Güncelleme Tarihi:
Kaç sene oldu sanat piyasasında?
- Çukurova Üniversitesi Resim Bölümü’nde okurken, 95’te İstanbul Tüyap Sergi Sarayı’nda Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği yeni bir oluşum başlatmıştı. Türkiye’nin her yerinden jüri elemesi olmadan gençlerin eserlerinin sergilendiği ‘genç etkinlik’e katılmıştım üçüncü sınıftayken. 96’da yine katıldım. Aynı yıl yükek lisans için İstanbul’a geldim. 97’de de İstanbul Bienali’nden davet alınca sanat ortamına bir anda girmiş oldum.
Okul biter bitmez bienale davet edilmek şaşırtıcı olmuştur.
- Evet. Yüksek lisans öğrencisiyken Roza Martinez keşfedip davet etti. Özgürlükçü, sansürün, kısıtlamanın iç içe geçtiği birbiriyle flört ettiği, her türlü yenilikçiliğin test edildiği, hiyerarşinin ortadan kalktığı galeri sistemi o zaman çok kısıtlı ve tuval resim üzerine odaklıydı. Güzel sanatlardaki eğitimlerin ötesine geçerek daha farklı disiplinlere yöneliniyordu. Resim okurken beden dilini kullanmak gibi... O yüzden seçmiş olmalı.
Bekliyor muydunuz?
- Pek değil. Biz şanslı kuşağız. Küreselleşmenin getirdiği dünyaya açılımın olduğu bir dönemdi. Sadece okuldan beslenmiyorduk. Diyaspora sanatçılık kavramı vardı eskiden. Ülkeni terk edip merkezi şehirlere gitmek gerekiyordu. Küreselleşmeyle birlikte merkezler kırıldı, artık her yer merkez. Diller arası bütünleşmenin olduğu süreçti.
Sanatın dili de ortaklaştı.
- Tabii.
Memleketiniz Mardin’den geliş hikâyesi nasıl?
- İstanbul’a Mardin üzerinden gelmedim. Ailem 1975’te Mersin’e göç etti. Orta sınıf bir aile mensubu olarak Mersin’de büyüdüm yedi kardeşimle birlikte.
Zorlu şartlar mı?
- Yok aslında. Türkiye’deki her orta sınıfın sanat alanına girmesi zordur. İçine kapanık ve spesifik bir alan sonuçta. Zaten resim öğretmeni olmak için girdim Çukurova Üniversitesi Resim Bölümü’ne. Çünkü sanatın parayla flörtünün olmadığı bir dönemdi. Aldığın burstan aktardığın ya da katıldığın serginin davetiyle iş üretebildiğin bir dönem. Geniş bir kaynak yok, varlıklı aileden olmadığın zaman daha alternatif medyumlara yöneliyorsun. Aslında bu da insanı besleyen bir şey oluyor. Farklı dilleri denemiş oluyorsun.
Resim öğretmenliği için yola çıkıp bienale katılınca vizyonunuz değişmiş olmalı.
- Aslında ikinci sınıftayken resim öğretmeni olmayacağımı anlamıştım. Kafam karışmıştı galeri gezmeye başlayınca. İstanbul’a yüksek lisans için gelmem de bahaneydi. Amaç, sanat ortamının kalbinde yer almaktı. Zaten okulu iki değil, dört yılda bitirdim. Kendi sanatınla yaşama şansın olmadığından burslarla yaşamımı sürdürdüm.
Başka bir iş yapmak zorunda kaldınız mı hiç?
- Hayır. Sıfır parayla mucizevi şekilde yaşadım. Öğrenci evleri, sanatçı evlerinde takıldım. Cihan Yazıcı adlı bir arkadaşım bana evini açtı. Mimari maket yaparak hayatını sürdürüyordu. Çok destek oldu bu piyasada tutunmamda. Özellikle alternatif yaşam biçimi, ilham kaynağı da veriyordu. Sanatçıların da bir araya geldiği bir ev haline gelmişti ve bazı konularda yeni temeller atılabiliyordu.
Ne gibi?
- 99’a doğru Artist güncel sanat dergisi doğdu orada. İstanbul’da yoğun bir sanatsal dönüşüm vardı ama bunun tartışılacağı bir platform yoktu. Birilerini beklemek yerine aramızdaki teorisyenleri de işin içine katıp yine sıfır parayla, kendi dergimizi yaptık. Her şey para değil. İnanç, yapma isteği, açı yakalama ve saldırıya geçme... Çünkü sanatın da konvansiyonelden çağdaşa dönüştüğü bir dönemdi. O dönüşümün gerçekleşebilmesi için bir platform gerekiyordu. Dergiyi de bir tür silah gibi kullandık.
Eserlerinizle birlikte fikirlerinizi dergide de sürdürdünüz.
- Evet. Üstelik sadece İstanbul’da dağıtmadık. Amacımız burada sanata ulaşamayanlara sanatı götürmekti. Güzel sanatlar bölümlerinin olduğu tüm şehirlere yolladık. Genç sanatçıları da zehirledik.
Galeriyle de çalışmıyordunuz yakın döneme kadar.
- Zaten pek galeri de yoktu birlikte çalışabilecek. Sanata atıldığım dönemdeki galeriler ‘hoca sanatçılar’a yöneliyordu. Gençlerin üretim dili farklılaşmıştı ve örneğin enstalasyon sergileyecek bir yer bulmak mümkün değildi. Bugün genç sanatçıların ilk hedefi şehrin en fiyakalı galerisine ya da fuara girmek. Bizimse tam tersi parlak, cilalı yerlere saldırıya geçip onları yok etmekti! Yani biz sisteme girmeye değil, onu yok etmeye çalışıyorduk. Maalesef bugünkü jenerasyon daha çok sisteme girmek için uğraşıyor.
O zaman şu anda da birçok galerinin bu sisteme dahil olduğunu mu söylüyorsunuz?
- Tam olarak değil. O dönemin galeri anlayışı farklıydı. 2001’de Galerist’in açtığı bir kanalla düzen değişti. Diğer galeriler de sanatçı listelerini değiştirmeye başladı. 97-98’de Tophane civarında konuşlanan yeni galerilerle genç sanatçılar değer gördü. Karşı olduğumuz sistem de düzeldi. Şimdi daha yeni yeni lokali düşünüp dünyaya açılma aşamasındayız. 2008’den sonra özellikle...
Siz de o dönemden sonra mı başladınız galerilerle çalışmaya?
- 2011’de başladım.
Epey geç...
- Evet. Çünkü birlikte çalışabileceğin ya da yanında sergilenecek eserlerin dilinin de seninle aynı görüşte olması gerekiyor. Bunun oluşması zaman aldı.
Bu yüzden mi daha çok yurtdışındaki galerilerde görebiliyorduk sizi ve sizin döneminizden genç sanatçıları.
- Benim kuşağım daha çok ‘uluslararası grup sergileri’ kuşağı. Solo sergimi de çok geç, 2011’de açtım. Lokal ortam çok ağır ve yavaş işliyor. Bizim işlerimizse çok daha yoğun. Sergileyecek mecra gerektiğinden uluslararası dolaşıma sokuyoruz. Yeni jenerasyon da bunu yapıyor.
Tahribat-ı İsyan
Kentsel dönüşümü anlatıyor. Sulukule’nin yıkımıyla başlayan bu hikâyeyi o mahalleden bir Roman hip hop grubu ‘Tahribat-ı İsyan’ üzerinden anlattım. Rap kültürünün yarattığı agresifliği ve kentsel dönüşümdeki yıkımdan çıkan isyandan kendilerini var etmişler. Onların kısa filmi var sergide.
İllegal sokak sanatçısı anıtı
Büyük metropollerin çoğunda hava kararmaya başladığında siyahi Afrikalı işçiler ortaya çıkıyor sokaklarda. Mesai saatlerinde yakalanma korkuları vardır. Ben daha çok sahte marka çantalar satan birini yaptım. İllegal sokak sanatçısı anıtı ismi de. Sergide tezgâhın arkasında duruyor gerçek hayattaki gibi...
Sürekli araştıran yenilik peşinde koşan biri olmuşum
Neden Türkiye’de açmadınız en kapsamlı serginizi?
- Benimle ilgili değil. Önceki kuşak da ilk büyük sergilerini hep yurtdışında açmış. Türkiye’de yapabilecek kurum az. Buradaki sanatın oturması da geç oldu. Her ne kadar 90’larda düyayı yakalamış olsak da sanatsal üretim açısından, sergileme kurumlarının eksikliği hâlâ sorun oluyor. Galeriler sanat ortamına girmeyi uluslararası fuarlara girmek olarak algılıyor.
Piyasa daha hâlâ sizin istediğiniz kadar oturmadı anladığım kadarıyla...
- Evet. Bir şekilde beni takip eden CA2M (Madrid) Müzesi teklif etti bu sergiyi. Beni iyi anladıklarını düşünüyorum.
Ne kadar yer ayırdılar size?
- Bin metrekareye yakın. 94’te öğrenciyken yaptığım fotokolaj çalışmamdan 2013’teki son işlerime kadar 26 eser var. Hepsini küratör Ferran Barenblit seçti.
O kadar esere baktığınızda 90’lardaki genç sanatçı neler yapmış, nereye gelmiş?
- Klasik bir eğitimden geçtim ama daha öğrenciyken sadece resim yaparak yetinmedim. Fotoğrafla da ilgilendim. Sonraki yıllarda da işler üç boyutlu oldu. Video, balmumu heykel girdi işin içine. Sürekli araştıran, yenilik peşinde koşan biri olmuşum. Bir sürü malzemeyi denediğimi gördüm bu sayede.
Dönemlere ayırsanız...
- 90’lar daha yoğun politik ortamın olduğu, siyasal olarak Türkiye’de her şeyin çok hızlı değiştiği, işlerin çok daha hızlı, spot vuruşlarla olduğu dönem görülüyor. 2000’lerin başında daha farklı, 2010’larda daha yalınlaşıyor. Sanatçının hem yaşı hem de yaşadığı ülkedeki ortamla oluyor bu değişimler tabii ki. Ama dönüp baktığımda son işimle ilk işlerim arasında küçük referanslar dikkatimi çekiyor. Beni ben yapan ipuçları görülüyor.
Kronolojik mi sergileniyor?
- Tarihsel olarak değil de kavramsal olarak bir kronoloji var. Paslaşmalar üzerine bir duruş var.
Madrid’deki sergiye sizi hiç tanımayan biri girip çıktıktan sonra Halil Altındere nasıl bir sanatçıymış diyecek sizce?
- Sanırım bu sergi aracılığıyla benim kim olduğumu söyleyebilecek. Farklı dönemlerim, küratörlüklerim, yayıncılığım hep bu sergide. Ayrıca bir şekilde Türkiye’deki güncel sanatın tarihini de görmüş olacak.