Güncelleme Tarihi:
Bu hafta para-pul konularını masaya yatırıyoruz. Kimse korkmasın. “Para dediğin nedir? Elinin kiri...” sloganları atmayacağım. Bilakis, okurlarım zengin olsunlar istiyorum. Çünkü, çoğunluğunuzun kazandığı paradan memnun olmadığını çok iyi biliyorum. Sahip olmak istediğiniz lâkin bir türlü sahip olamadığınız şeyler listeniz hayli kabarık. Maserati 3200 GT, hayaline halen erişememiş biri olarak sizi çok iyi anlıyorum! Hep beraber, biraz gayretle, listedeki maddelerin üstünü birer birer çözeceğiz. Göreceksiniz...
Tatilde 2 adet Mevlâna kitabı okudum. Çok yararlı oldu. Bodrum’un beach’lerinde yakından tanıma fırsatı buldum Mevlana’yı! Söylemem lâzım. Bu derin adamın hayat öyküsü, beni, felsefesinden daha çok etkiledi. Aşmış bir insan olduğunu zaten biliyordum. Çok zengin bir insan olduğunu öğrenmemse benim için çok süpriz oldu. Hele hele yaşadığı bunalımdan bir kadına duyduğu aşkla çıkması ise sürprizlerin en büyüğüydü. Belki de bu gerçekleri bilmemizi istemediler ve bu yüzden onun dünyevi yaşantısından hiç bahsedilmedi bize. Tam olarak bilemiyorum. Ama bildiğim birşey var, zengin olmasıyla aşmış bir insan olması arasında çok ciddi bir bağlantı var.
Mesnevi’den kısa bir öykü naklediyorum size.
Yaşlıca bir adam soluk soluğa Süleyman Peygamber’in huzuruna çıkar. Korkudan sapsarı kesilmiş, beti benzi atmıştır. “Ne oldu böyle?” diye sorar Süleyman.
Adamcağız:
“Bugün Azrail’i gördüm. Bana öyle öfkeli baktı ki, korktum. Emret rüzgâra. Beni Hindistan’a kadar götürsün de canımı kurtarayım” diye yalvarır.
İşte böyle... Yoksulluktan kaçan insan da böyle gayretle kurtulacağını sanır. Yoksulluk korkusuyla kendine göre çabalar durur.
Süleyman emreder rüzgâra, Hindistan’a gönderiverir adamı. Ertesi gün Süleyman Azraîl’e sorar: Niye öyle öfkeyle baktın o insana?
Azraîl yanıt verir: Ne zaman öfkeyle bakmışım? Tam tersine o adamı burada görünce şaşırdım. Çünkü Tanrı bana onun canını bugün Hindistan’da alacaksın diye buyurmuştu. Yüzlerce kanadı olsa, Hindistan’a yine de varamaz diye düşünmüştüm!
Kimi korku vardır, kimi zaman insanları birşeylerden koruyabilir. Meselâ ben yükseklikten pek hoşlanmam. Korktuğum da söylenebilirJ Yüksek bir yerden düşmediysem bugüne kadar, bunda yükseklik korkumun katkısı büyüktür. Oysa, yoksulluk korkusu öyle değil. Öyle bir korku ki bu, insan ruhunu bir yılan gibi sarıyor ve ona hareket şansı vermiyor. İnsan yüreğine saldığı korkuyla onu aciz ve korkak bir organizma haline getiriyor.
Sakın aldanmayın. Yoksulluk korkusunun amacı, bize ayağımızı yorganımıza göre uzatmak değildir. Onun derdi, bize yorgansız da uyunabileceği gerçeğini unutturmak ve bize uykusuzluk çektirmektir. Yorganımızın arzu ettiğimiz kadar uzun olmayışını, içimizde bir isyan yaratmak için bir mazeret olarak kullanır.
Peki acaba, bu korkunun sizin hayatınızdaki yeri nedir? Eğer, aşağıdaki endişeler size tanıdık geliyorsa, yoksulluk korkunuzla yüzleşmenizin vakti çoktan gelmiş demektir. Haberiniz olsun.
- Beni bu işten kovarlarsa? Ne yaparım ben?
- Kiramı nasıl öderim?
- Müşterilerim beni terkederse mahvolurum.
- Ya aldığım hisse senetleri düşerse?
- Hayat standardım düşerse ben ne yaparım? Benim için ne derler?
- Acaba ben bu lüks bir yaşamı haketmiyor muyum?
- Eyvah kredi kartı ekstrem!
Yoksulluktan korkup ondan kaçmaya çalışırsanız bilin ki o bir gün sizi mutlaka bulacaktır. Hindistan’a bile gitseniz, o sizi mutlaka bulacaktır.
Bu korkuyla kurduğumuz bu ilişkide yanlış olan, zenginliği ulaşılmaz, yoksulluğu de dünyanın sonu olarak kabullenmemizdir. Ben parasız da kalsam, az parayla da olsa güzel bir yaşam kurmanın yolunu mutlaka bulurum diyebilecek cesaret, zenginliğe atılan ilk adımdır.
Boğazıma kadar borç içinde yüzdüğüm bir dönemde, çalıştığım şirketten ayrılıp kendi şirketimi kurmaya karar verdiğim günler benim için çok kritik günlerdi. Yukarıdaki endişeler, bir koro olmuş, beynimin içinde konser veriyorlardı. Onları susturmaya şu tek cümle yetmişti:
- Ben, sevdiğim işi sevdiğim şekilde yapmak istiyorum. Bunun bedeli neyse ödemeye hazırım. Gerekirse simit yer, öyle yaşarım.
Bu cümlenin verdiği cesaret, bana radikal kararlar alacak gücü vermişti. Verdiğim karara gelince beni asla pişman etmedi.
Haydi! Yukarıdaki endişeleri, birlikte susturalım:
- Ya beni bu işten kovarlarsa? Ne yaparım ben?
Başka bir iş bulurum kardeşim! Hem de daha iyisini.
- Ya aldığım hisse senetleri düşerse?
Birikimim bir an için azalır. Saksıyı çalıştırır, onları artırmak için daha az riskli yollar bulurum.
- Kiramı nasıl ödeyeceğim?
Nakit olarak! Ödeyecek gücüm olmazsa da taşınırım hiç dert değil. Ailemin yanına taşınırım. Durumumu düzeltince daha iyi bir eve taşınırım.
- Müşterilerim beni terkederse mahvolurum ben.
Ben işimi iyi yaptığım sürece, hiçbir müşterim beni terketmez.
- Hayat standardım düşerse ben ne yaparım? Benim için ne derler?
Daha düşük standarda ayak uydururum hemen. İyi bir çalışmayla durumumu toparlarım. Bu duruma ne mi derler? Namusumla yaşamak uğruna birşeylerden vazgeçmekten daha anlı ve şanlı ne olabilir?
- Acaba ben lüks bir yaşamı haketmiyor muyum?
Evet bal gibi hakediyorum!
- Eyvah kredi kartı ekstrem!
Evet kredi kartı ekstrem! Bunlar her ay bugün gelirler. Üzerinde yazılı olan rakam da çatır çatır harcadığım rakamlar tutarıdır!
Maserati alamamış sefil bir yazar olarak, bu konuda ideal örnek olmadığımın farkındayım. Siz bu gerçeği yüzüme vurmadan, ben size başka bir örnek sunacağım. Size, yoksulluk korkunuzla yüzleşme yolunda rahmetli Sakıp Sabancı’yı gözünüzün önüne getirmenizi öneriyorum. Yüzündeki o rahat ve aşmış ifadeyle, serveti arasındaki korelasyonu umarım görebiliyorsunuzdur. Sakıp Ağa’da yoksulluk korkusunun zerresini bulamazsınız. Neden mi? Çünkü, kendisi yoksulluğun ta içinden oralara gelmiştir de o yüzden. Yoksulluk onun zihninde dünyanın sonu değil, memleket nostaljisidir. Ne ilginçtir ki, Sakıp Sabancı kadar çok zengin olup, yoksulluk korkusuyla tir tir titreyen insanlar da vardır. Lükse düşkün bir yaşam sürüp, sonra da iflas eden işadamlarını düşünün. Neden diğerlerinin işi çok tıkırında gidiyorken onlar mahzenlerine milyonlarca kontör saklasalar da dibe vuruyorlar acaba?
Tesadüf diye bir şey yok. Kader, sadece ve sadece bizim istek parçalarımızı çalan bir radyo. Hüzünlü ya da neşeli... Biz ne istersek Radyo Kader onu dinletiyor bize.
Milli geliri yerlerde sürünen bir ülkede, yoksulluk korkusunu aşmak hiç de kolay değil. Hem kolay hem değil. Kendinizi etrafınızdaki felaket senaryolarına kaptırırsanız kurtulmak zor, kendinizi akıntının dışında tutabilirseniz son derece kolay. Aslına bakarsanız, canımızdan çok sevdiğimiz ülkemizin uluslararası tefeci IMF’in eline düşüren de bireysel olarak bizi zenginlikten uzaklaştıran da aynı şey: Fakir psikolojisi!
Yoksulluk korkusundan kurtulamayan,
Zenginliği bir ütopya haline getirmiş
Ve ona ulaşınca tüm acılarının dineceğine inanmış
İnsanların ortak kaderidir fakirlik.
Türkiye, Cumhuriyet ruhunu kaybettiği gün fakirliği yazgı haline getirdi. Onuru ve idealleri için “simit yiyerek” yaşayan, yoksulluktan korkmayan zira yoksulluğun içinde çiçek açmış Cumhuriyet kuşağı gitti ve yerine hep daha fazlasını isteyen daha azından ödü kopan tüketim kuşağı geldi. Üretmeden tüketebileceğini sanan, ideallerin yerine pahalı markaları koymuş bir kuşak... Uluslararası Parasızlık! Fonu daha ne isteyebilirdi ki Tanrıdan!
Biliyor musunuz? Ben, fakirler için eskisi kadar çok üzülmüyorum artık. Radyo Kader istek parçalar saati... Haberlerde “çocuklarıma et yediremiyorum” diye ağlaşan anne, beni eskisi gibi perişan etmiyor artık. “Hanımefendi, soya kıymasını denediniz mi hiç? Sıfır kolesterollü, etin 2 misli proteine sahip, fiyat olaraksa ondan 10 kat daha ucuzdur kendisi” demek geliyor içimden. O kadar büyük bir isyan içinde ki, beni dinleyeceğini hiç sanmıyorum. Galiba, insanlara balık tutmayı öğretmek yerine, onlara balık olmadan da yaşanabileceğini öğretmeli. Çünkü, zenginlik ve fakirlik, tek bir organımızda başlıyor ve bitiyor: Beynimiz.
Şansla ilgili anlatacağım olayı bana, Tülin Kahvecioğlu göndermişti. Profesör Richard Wiseman, şansla ilgili bir araştırma yapmaya karar veren bir bilimadamıdır. Gazeteye bir ilan verir. Kendini şanslı bulanlar ve kendini şanssız bulanların kendisine başvurmasını ister. Başvuran “şanslı” ve “şanssızlar”ın hayatlarını incelemeye başlar. Sonuçlar ilginçtir. Şanslı olduğunu hissedenlerin işleri hep iyi gitmekte, diğerleri ise bir türlü istedikleri şeylere kavuşamamaktadır.
Deneklerine birer gazete verir. Bu gazetelerdeki 3 resmi bulmalarını ister. Resimlerden birinin altına, bu resmi bulduysanız araştırmacıdan hakkınız olan 250 Sterlin’i isteyiniz der.
Sonuç mu? Bu duyuruyu, sadece ve sadece kendini şanslı hissedenler farkeder ve paralarını ister.
İnsanın kısmetini kendisinin yarattığını ne kadar da güzel ortaya koyuyor değil mi?
Lâfı daha fazla uzatmadan çelimsiz adamın hikâyesiyle noktayı koyuyor ve sizi yoksulluk korkunuzla düelloya davet ediyorum. Bu düelloyu kazananlarınız, beni unutmayıp Maldivler’den okumaya devam etsinler lütfenJ
Çelimsiz bir adam yakınlarda yapılacak bir maratonda birinci olmak için dua eder ve Tanrıdan kendisine yardımcı olmasını ister.
Tanrı, duasını kabul eder ve adam yarışa katılır. Yarış sırasında melekler, yardım için her gelişlerinde, adam çeşitli mazeretler öne sürüp itiraz eder. Adamın mazeretlerini duyan Tanrı sinirlenir ve şöyle der:
- Söyleyin o adama. Yolumuzdan çekilsin de onu birinci yapalım!
* Resimdeki güzel kız, geçtiğimiz günlerde ben Bodrum’a doğru yolda olduğum sırada Bodrum’da trafik kazasında hayatını kaybeden canım kuzenim Dilek Koçak. Bu yazımı ona adıyorum...