‘’Karganın biri, İstanbul’da bir kilisede, haç biçiminde olan ve içinde şaraplı ekmek bulunan bir kaba konmuş. Bir yandan karnını doyururken, bir yandan da kabın içini kirletiyormuş. Onu yakalayan papaz efendi, öfkeyle haykırmış; ‘Ne biçim kargasın sen? Müslüman olsan şaraplı ekmek yemezsin, Hıristiyan olsan ıstavrozun içine etmezsin. Olsa olsa, Bozcaada kargası olmalısın sen!’ ’’
Günbatımıyla birlikte Geyikli’den kalkan feribot, Bozcaada’ya doğru yol alırken, ‘’Haluk Şahin’in Bozcaada Kitabı’’nda okuduğum, ada Rumlarının kendi aralarında anlattıkları fıkraya gülüyorum. Ege Denizi’nin sessizliğine eşlik eden yolcular, birden hareketli bir müzikle irkiliyorlar. Üç kişilik bir fasıl grubu, adeta bir lokantada masa masa dolaşır gibi, feribottaki arabaların aralarından kıvrılarak ve buldukları açık pencerelere eğilerek, çalıp söylüyor. Ezineli Figan kardeşler, bunlar. Ezine’de düğün olmadığında, ekmek paralarını Bozcaada limanındaki
balık lokantalarından çıkarmak için, ‘’karşı’’ya geçiyorlar. Meyhane masalarından alıştıkları tezahüratı, yolculardan göremeyince, müzik susuyor...
YAKAR KAPTAN EFSANE
Zaten Bozcaada yolcuları başka düşüncelerde... Tatil hayali kuranlar, balayına çıkanlar, bağ evi almaya gidenler, bağ işlerinde çalışacak yevmiyeciler... Belki onlar değil ama adalılar, 1944’te Normandiya çıkartmasına katılıp, önce İngiliz ardından da Türk donanmasından emekliye ayrılan, karşıya ancak birbuçuk saatte geçebilmelerine rağmen, 1982’de hizmete girdiklerinde, ada halkını sevince boğan, Arıburnu ve Ezine gemilerini hatırlıyor.
Adanın kahramanı, gözü kara Yakar Kaptan’ı da, bilenler duymayanlara anlatmıştır bile. Yakar Kaptan, limandaki lokantalardan birinin duvarına asılı, 18 yaşındaki fotoğrafına bastonuyla işaret edip, ‘’Kahpe gençlik’’ diyor, ‘’tam yarım asır... Kimsenin burnu kanamadan, işi bıraktım’’. Yol boyunca, herkes onu selamlıyor; adada bir efsane olduğunu fark etmek zor değil. Nasıl olmasın... Daha adada, ebe, doktor, hastane yokken, gece gündüz, fırtınalar, dev dalgalar demeden, balıkçı motoruyla, 365 gün, her başı sıkışanı taşımış karşıya; ‘’Yakamı ısırır, kuvvet alırdım... kıyamet kopar, yine yanaşırdım’’ İki kez de, azgın denizle mücadele ederken, bir taraftan da sancılanan kadınları doğurtup, bebeklerin göbek bağını kesen ilk o olmuş. Onu mutlaka göreceksiniz. Ya bir çay bahçesinde, ya da feribota giden yolun üzerinde...
Çarşamba, adalıların alışveriş günü. Çamlı İbo’nun Kahvesi, ana baba günü. Balıkçılar, bağcılar, pazarda dolaşmaktan yorgun düşenler ağaçların gölgesine yayılmış. Sohbetlerin anafikri; ‘’Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur’’. Her masada bir bağ hikayesi, her demli çayda bir bağ derdi var. Adanın kimliği, kaderi bağlar. Kimi kendi bağının sahibi, kimi başkasınınkine bakıyor, kimi satmış ‘’kurtulmuş’’ ama hálá ahkám kesiyor. İstanbul’dan gelip arsa alan, sonra da bağlarını kurumaya terk edenlere kızıyorlar. Aralarından kaçı, adanın kurtuluşunun bağlarında olduğunu biliyor, emin değilim. Ama kesin olan bir şey varsa, o da, Tenedos parasının üzerinde üzüm salkımının olduğu antikçağdan ya da İstanbul Balıkpazarı’nda, ‘’Bozcaada şarabı geldi’’ yazılı levhaların asıldığı, 1940’lı 1950’li yıllardan, çok farklı bir dönem yaşıyor ada.
TROLCÜNÜN TABUTU
Yorgo, sevmez öyle bütün gün kahvede oturmayı. Ya denizde olacak ya da bağında. Zaten çocuklar, Yunanistan’da. Karısı Vasiliki de evi çekip çeviriyor. Süngerci babasından balıkçılık, adalı Rumlardan da bağcılık miras kalmış ona. Deniz deyince efkarlanıyor. ‘’Balıksız deniz olur mu? Sinarit, mercan, karagöz, barbun, sarpa vardı. Haftada iki gün İzmir’e satmaya giderdik. Geçim iyiydi. Marmara’dan, Karadeniz’den balıkçılar geldi, trollerle balıkları tükettiler.’’ Yorgo’nun balıkçı dostu Nuri, lafa giriyor: ‘’Trolcünün tabutunu bile taşımıycan... Di mi, be Yorgi?’’.
Yorgo, komşusu, Rengigül Konukevi’nin ve adanın ilk resim galerisinin sahibi Özcan Hanım’la, Rum Mahallesi’nde, kapı önünde sohbet ediyor. Özcan Hanım, ‘’Yorgo, ben senden daha çok seviyorum adayı’’ diyor. ‘’Hayır sevemezsin, sen sonradan geldin’’ diye itiraz ediyor Yorgo. ‘’Severim, severim...’’ diye durumu kızıştırıyor Özcan Hanım. Gülüşüyorlar... Bu arada birkaç yerli turist, kapısında 1876 yazan Rum evinin önünde durup, ‘’burası hakkında çok şey duyduk, içeriye bakabilir miyiz?’’ diye soruyorlar. Muhtemelen, adanın en çok çalınan kapısı bu ve en güzel sokağı. Özcan Hanım’ın sihirli dokunuşu hemen hissediliyor. 30 yıl boyunca, Almanya’da davranış bozukluğu olan çocuklarla çalıştıktan sonra, aklından hiç çıkmayan, Türkiye’ye dönme düşüncesini gerçekleştirmiş ve adaya yerleşmiş. Evin ilk sahibi çok güzel mandolin çalıp söyleyen, Nisyota adında bir Rum kadınmış. Evdeki aynalı konsol, Nisyota’nın. Rengigül Konukevi’nin duvarları, tutku dolu bir yaşamın özeti..
SON DOĞAN RUM BEBEK
Sarı mobiletiyle Lisa geçiyor sokaktan. Ağır bir
trafik kazası geçirdiği zaman ‘’Japon kız düştü!’’ sesleri yankılanmış. Japon denmesi, çekik gözlerinden ötürü. Oysa o, Avustralya’da doğmuş, bir Çin-Endonezya melezi. Tek kişilik bir sivil toplum örgütü gibi. Adaposta’yı çıkarıyor. Bit Pazarı, şiir günleri, temizlik kampanyası onun marifeti. Fransa’da yanında çalıştığı aşçılardan öğrendiklerini kafesinde uyguluyor ve ayrıca eşinin limandaki restoranı Paşa’yı işletiyor. ‘’Adaya büyük bir emlakçı açıldı, büyük bir dondurmacı geldi, küçük şeyleri kaybediyoruz. Adanın eski renklerini özlüyorum ‘ diyor, Lisa.
Gözünü sevdiğimin poyrazı... Rumlarla Türkler, omuz omuza yaşarken de, böyle esermiş... Kargalar, Rum Mahallesi’nden Türk Mahallesi’ne uçar, herkes mutlu yaşarmış. Az Rum kaldı adada. En son, 12 yıl önce, İzvingo ailesinin bebeği olmuş.
Bir Pazar sabahı yine poyraz, Papaz Efendi’nin yeşil kostümünün eteklerini uçuruyor. Kilisede ayin okurken, karısı Stella ona yardım ediyor. Tek tük mum yakmaya gelenler arasında, bir kadın gözyaşı döküyor. Türk lokantalarından hüzünlü bir Rum müziği geliyor. Poyraz bu... Güneş bir taraftan yakarken, o da, bir taraftan, bağbozumuna dek sancılanan üzümleri serinletiyor. Adanın arka sokaklarında oynarken düşen çocuğun yaralı dizini üflüyor. Yakar Kaptan’ın Rumlarla birlikte okuduğu ve bugün artık otel olan okulun bahçesindeki turistlerin şapkalarını uçuruyor. Balığa çıkan Yorgo’nun gür saçlarını ve düşünceli yüzünü yalayıp geçiyor... Ada, kendini, her zamanki gibi, poyrazına kaptırmış...
26 TEMMUZ AYAZMA PANAYIRI
Ada Rumlarının büyük günü. Paraskivi adlı bir genç kızın hüzünlü aşk hikayesinin anıldığı bu günde Bozcaadalı Rumların yanı sıra, yurtdışında yaşayan ada Rumları da, o gün, burada bir araya geliyorlar. Kilisede geleneksel bağbozumu ayini yapılıyor ve ertesi gün, Ayazma’daki küçük manastırın ve ayazmanın bulunduğu yerde toplanılıyor. Ayinin ardından, yeniliyor, içiliyor ve dansediliyor.
ISSIZ KOYLARDA OKUYUN
Gazeteci-yazar Haluk Şahin’in sözleriyle; ‘’Bozcaada’ya severek bakmak ve bakarak sevmek isteyenler için bir rehber’’... Adanın geçmişini ve bugünkü yaşamını, halkını ve sırrını, buraya tutkun bir yazardan okumak gerçekten keyifli. Isısız koylarda okuyun. Bozcaada’da, deniz ve güneşten çok daha fazlasını bulacaksınız.
BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM Bozcaada’nın, baştan çıkarıcı bağbozumunda adada olmak
Yalnızlığına gömülmüş Polente Feneri’nde günbatımına karşı Bozcaada şarabı içmek
Rengigül Sanat Galerisi’ndeki sergileri gezmek
Kendinize özel ıssız koylar keşfetmek
Adanın en güzel sokaklarının olduğu Rum Mahallesi’nde dolaşmak
Çamlı İbo’nun kahvesinde ada halkıyla birlikte, sabah çayı içmek
Göztepe’den adanın içinde olduğu sonsuzluğu seyretmek
Haluk’un bisiklet turuna katılmak ve adanın gerçek ruhunu hissetmek
Adanın dar sokaklarında, asma ve begonvillerle bezeli lokantalarda Ege otları
yemek Bağlardan üzüm, ağaçlardan karadut toplamak
Deniz kıyısındaki barların minderlerine yayılıp, dolunayın kalenin üzerinden yükselişini seyretmek
Rengigül Konukevi’nde kalamasanız da olağanüstü kahvaltısına katılmak
Poyrazın keyfini çıkarmak