Güncelleme Tarihi:
Serhan YEDİG
syedig@hurriyet.com.tr
Uzun yıllar moda tasarımcısı ve ihracatçı olarak çalışan Canan Çelik (53), 1990’larda sağlık sorunları nedeniyle iki kez yaşamın kıyısına geldi, işini bırakıp seyahate yöneldi. Adım adım Doğu’nun kültürel zenginliklerini keşfetti. Çelik, Potala Sarayı’nda karşısına çıkan tılsımların hayatında yeni bir kapı açtığını söylüyor. “Bu simgelerin peşine düşüp, iyilik, kötülük, ölüm gibi kavramları sorguladım, yıllar sonra izlenimlerim heykelciklere dönüştü. Lhasa, hayatı algılama biçimimimde köklü bir dönüşümün başlangıcı oldu” diyor.
Canan Çelik öğrenim için annesi ve kardeşiyle İstanbul’dan Londra’ya gittiğinde 14 yaşındaydı. 19 yaşında Viyana’ya geçip, Modeschule-Hetzendorf’ta tekstil tasarımı öğrencisi oldu. Dünyayı keşfetme fırsatını çocukluğunda yakaladığını, şanslı olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa, gerçek tahmininizden biraz farklı. Seyahat hayali kurmaktan, seyyahlığa geçiş için tam 25 yıl beklemesi, iki kez hayatın kıyısına gelmesi gerekti.
“Londra’da çok sayıda Hintli yaşıyordu. Kadınlarının rengarenk giysileri ilgimi çeker, Hindistan’a gitmeyi hayal ederdim. Tekstil öğrenimi renk merakımı daha da artırdı. Renklerin günlük hayatta özgürce kullanıldığı ülkeleri, kültürleri merak ediyordum. Ancak bütçem seyahate çıkamayacak kadar kısıtlıydı. Kitap alıyor, bitpazarlarını dolaşıp Çin, Tibet, Peru kültürünü yansıtan otantik objeler topluyordum. Türkiye’ye döndüğümde iş hayatının yoğun temposuna teslim oldum. Önce tasarımcılık yaptım. Ardından ihracata yöneldim. Uzun yıllar günde 16 saat çalıştım. Yurtdışına çok sık yolculuk yaptığım halde, zamanım tekstil fuarlarında geçiyordu...”
İLK YOLCULUK BALİ ADASI’NA
1990’larda üst üste gelen ekonomik krizler, yaşadığı yoğun stres Çelik’in sağlığında kalıcı izler bıraktı. Birkaç yıl arayla iki ağır hastalık kapısını çaldı. Zorlu bir tedavi sürecinden geçti.
“Hastalanıp, işlerimi tasfiye edince ilk kez gelecekle ilgili hayallerimi, hayatta gerçekten yapmak istediklerimi düşünecek zaman bulabildim. Yıllardır Hindistan’ı, Bali’yi görmek isterim, birikmiş param var, şu işe bak, göremeden gidiyorum, diye düşündüm. İyileşince çıkacağım gezilerin hayalini kurmaya başladım. Uzun bir liste hazırladım.”
Avrupa ve Amerika’yı işgezileri sırasında görmüştü. Doğu’yu, “etnik kültürlerin müze raflarında durmadığı, yaşadığı” ülkeleri merak ediyordu. Seyahatlerine Hindistan’dan başlayacaktı. Kime bahsetse bu arzusundan, “Çok fakir, pis, aman sakın gitme pişman olursun” cevabını alınca rotasını değiştirdi. 1996’da Bali’ye gitti. “Doğayla uyum içinde yaşayan, sabah uyandıkları için şükretmeye başlayan, daha sonra gün içinde karşılaştıkları her olay için şükreden, otomobilin motoru çalıştığında bile mutlu olan insanlarla karşılaşmak beni çok etkiledi. Güneşin doğuşuna şükretmemiştim hiç. Hayatım bardağın boş tarafına bakmakla geçmişti. Dolu tarafına bakmasını bu geziden sonra öğrendim.”
Gezgin merakı bilenerek döndü bu seyahatten. Sonraki yıllarda keşif turları birbirini izledi. 1975’te aldığı bir kitapla ilgi alanına giren Borabodur Tapınağı’nı görmek için Java Adası’na, orangutanların doğal yaşamına tanık olmak için Sumatra’ya gitti. Kuzey Afrika ülkelerini gezdi, Güney Afrika’yı gördü. “Nepal yolculuğu sırasında renkler ve mistisizmden etkilendiğimi gören gezi arkadaşlarım, mutlaka Hindistan’ı görmelisin, dedi. Temizlik endişemi anlattım. 75 yaşında bir hanım, elinde iyileştiremediği bir yarayla Hindistan’a gittiğini, Varanasi’deki bir yaşlı bilgenin bir damla sıvı damlatarak iyileştirdiğini anlattı...”
Çelik’in bir sonraki hedefi belli olmuştu. Varanasi’de ölü yakma ritüellerini izledi, gördüklerini sorguladı: “Mezarlıkların yakınından geçmeye bile korkardım. Avusturya’dayken, ölünün arkasından dostlarının yemekte buluşmasını, hoş anılar anlatmasını çok tuhaf bulurdum, tepki duyardım. Ölüm bir kayıptı, yas tutulmalıydı. Oysa, Varanasi’de şarkılar söyleyerek yakılıyordu ölüler. Aile üyeleri mutlu görünüyor, ağlamıyordu. Çünkü Hindistan’ta her ölüm yeni bir hayata başlangıçtı. Batı’daki ölüm korkusu, Doğu’da reenkarnasyon inancıyla aşılmıştı. Bu sayede şiddetli yoksulluğa, yoksunluğa karşın mutluydular, yüzlerinden tebessüm eksik olmuyordu.”
TİBET’TE ÇİN SÜRPRİZİ
Çelik, Tibet’e gitmeye 1990’ların sonunda karar vermişti. Zehra Güngör’ün Milliyet’te yayımlanan Dalai Lama röportajıydı ilk kıvılcımı çakan. Güngör’le buluşup konuştu, izlenimlerini öğrendi. Ardından “Tibet’te Yedi Yıl”ı izledi. “Potala Sarayı’nın temel kazılarında Budistler buldukları her solucanı özenle inşaat sahası dışına çıkarıyor, toprağa bırakıyordu. Bu duyarlılıktan çok etkilendim. Tibet’i ve bu tapınağı mutlaka görmeliydim.” Ancak Çin engelini aşmak kolay değildi. ABD üstünden gitmeyi denedi, uygun sezonu yakalayamadı. Butik çalışan, kültür turlarında uzmanlaşan bir Türk acentesine başvurdu. “Üç yıldır gereken izinleri almak için uğraşıyoruz” cevabını aldı. Aradan birkaç ay geçtikten sonra firmanın beklediği izin çıktı. 1999 sonbaharında Nepal, Butan, Tibet rotasında yola koyuldular.
“Tibet’i kavramak için bu rotayı izlemek gerekiyordu. Nepal ve Butan’da hayatımda ilk kez bulutların üstüne çıktım. Öyle bir enerji yüklendim ki, 800 metre yüksekliğindeki bir dağın başındaki Taktsang Manastırı’na yürürken, her gün spor yapan, kondüsyonu çok iyi bir arkadaşı geçip, ayağımın altında paten varmış gibi zirveye ulaştım. Yüksek irtifadaki yaşam pratikleri çok ilginçti. Ancak Nepal’in her köşesi hippi doluydu, turistikleşmişti. Zorlukla girdiğimiz Butan, bakir bir ülkeydi. Sarp tepelerdeki tapınaklarda din adamları dev trompetler üflüyordu. Sessizliğin içinden bu trompetleri her duyduğumda ruhumun bedenimden ayrıldığını hissettim.”
Çelik, Tibet’in Lhasa kentine vardığında ise büyüleyici izlenimlerin yerini şok duygusu aldı. Çin işgali, Tibet ruhunu şehirden silmişti. Neyse ki Potala Sarayı’nda aradığından fazlasını bulacaktı: “Uzaktan ilk bakışta haşmetiyle beni çarptı. Yolda karşılaştığımız Tibetliler, arınmak için kilometrelerce öteden geliyordu. Bir ellerinde çaydanlığa konulmuş yak yağı vardı. Geçmişin tapınağı, bugünün müzesi bağış olarak sadece bunu kabul ediyordu çünkü. Diğer ellerinde ise yürürken döndürdükleri dua çemberleri. Her çevirişte duaların havaya savrulduğuna, evrene iyilik saçıldığına inanıyorlardı. 13 katlı, bin odalı, 10 bin ayazmalı yapının görkemi çok etkileyiciydi. Zirveye ulaştığımda çatıdaki semboller dikkatimi çekti. Çevreye daha dikkatli baktığımda, çatılara çakılan motifli pilileri, yüzlerce sembolü, kötülükleri uzaklaştıran bayrakları fark ettim. İstanbul’a dönüşte Tibet simgeleri, tılsımları, renklerinin anlamlarını araştırmaya, bu konuda kaynak toplamaya başladım. Kırmızı mutluluğun, sarı neşenin rengi olarak girdi hayatıma. İnatçılığı unutup, hayatı akışına bırakmanın daha doğru olduğu fikrini benimsedim. Olumlu düşünerek, sorunların çözümüne katkıda bulunabileceğini gördüm. Mükemmelliyetçiliğimden vazgeçtim...”
Tibet’te karşılaştığı yılan figürü, yani sonsuz yaşam ve aşk sembolü üzerine okuma serüveni, birkaç yıl sonra Canan Çelik’in yaşamında yeni bir kapı açtı. Seramik çalışmaya, heykelcikler yapmaya başladı. Tibet ve Uzakdoğu tılsımları, Anadolu’nun kadın tanrıçaları, heykelcik serilerine dönüştü. Bu heykelcikleri açtığı web sayfasında (www.canancelik.com) sergiliyor. Bu arada seyahatlerini sürdürüyor. “Ekonomik kriz nedeniyle hedeflerimi küçültsem de gezilere devam ediyorum. İlk fırsatta Kamboçya’da Angkhor’u, Peru ve Guatemala’yı görmek istiyorum. Sonra Batı uygarlığına dönüp St. Petersburg ve İskandinav ülkelerine gideceğim” diyor.