Güncelleme Tarihi:
Doğum günü hediyesi almak benim için çile olmaktan çıktı. Zaten hediye almaktan hoşlanmam. Özel günlere fazla inanmam. İnsan durup dururken aşık olabiliyorsa, hediye de beklenmedik anda verilmeli. Sürpriz olmalı. Ama, günümüz tüketim çılgınlığında, Oscar Wilde’in dediği gibi “Her şeyin fiyatını bilip hiç bir şeyin değerini” bilmeyenlere yönelik reklam pompalamasında, ben de düşmüştüm tuzağa: Acaba ucuz mu bulacaklar aldığımı? Pahalı bir şey almakla başkalarını mahcup eden gösteriş meraklısı mı diyecekler? Yoksa, oyuna gelmemek için bir şey almamalı mı? Ama yakınlarımız arasında adete dönüşen beklenti varken, almamakla da dikkati çekiyor insan.
PASAPORTSUZ, VİZESİZ
Çözümü Londra British Museum’da 29 Eylül’e kadar sürecek Pompeii-Herculanium sergisini gezerken buldum.
Bir sergi bile mümkün kıldı, tarihe gömülmüş Pompei’ye gitmeden Pompei’li olabilmeyi. Zaman ötesinden bu yaşantıyı tatmak için serginin kataloğu bile bir ölçüde yeterli. Postayla evinize getirtebilirsiniz. Yetmedi mi? Web sitesinde küçük görsel tur atabilirsiniz. O da mı yetmedi? Pompei sergisinin filmi İngiltere’de 250 sinemada. Yakında DVD’si çıkar. Dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın, bulunduğunuz yerde Pompei’li olabilirsiniz. Kültür sanayiinin ekonomide yeri, otomobil, buzdolabı, televizyon imal etmekten kat kat fazla. Pompei sergisi, günümüz şehirleri için model olsa? Buenos Aires’de İstanbul, New York’da Ulan Batur, Mumbai’da Kopenhag…
Her gün sergiye gidin, yaşadığınız şehirde, İstanbul’da mesela, bir hafta boyunca New York’la içli dışlı olun. “Konu mankeni” 500 New Yorklu sergilenen şehirlerinin sokaklarında dolansın. Kaybolduğunuzda yol sorun, Brooklyn, Bronx aksanıyla konuşanlarla tanışın. Hoşlaşırsanız, Harry’s Bar’da kadeh atın. Mini Macy’s de alış veriş yapın…
Akşam evinizde yatın.
Yeni yeknolojileri, çağdaş sergileme uygulamalarını seferber ederek, dünyanın başlıca turizm merkezlerini yaşadığımız ülke ve şehirlerde canlandırarak ziyaret etmek mümkün. Pasaportsuz. Vizesiz.
Küresel ısınmadan ötürü bu yazdan itibaren türbulansının artması beklenen uçak yolculuklarında tehlikelere maruz kalmadan, otel parası ödemeden, kuyruklarda beklemeden, dönüşte dinlenmek ihtiyacı hissetmeden, hepsinden önemlisi şehirleri, halklarını çekirge istilasına uğramışcasına tüketmeden…
SEÇİCİ GEZGİNLİK
Son Şanghay’da, 2014’te de Milano’da açılacak turizm fuarlarının ulusal pavyonlarında bu zaten yapılıyor. Bunca şehirde, dünya okyanuslarından balık, penguen, su aygırı, timsah getirtip dev akvaryumlar kurulabiliniyorsa? Sıra insanlarıyla geçici şehir ithali. Milyonlarca Türk bir kaç günlüğüne Atlas’ı aşıp New York’a gideceğine, ucuz olsun diye hamam böcekli otellerinde kalacağına, bu sene New York’u, seneye Rio’yu, Tahran’ı, Bejing’i İstanbul’a getirmek daha makul değil mi? Bugün pek kimsenin gidemediği Kuzey Kore başkenti Pyongyang’a bile böylece gitmek mümkün. Ya da artık görmek mümkün olmayacak diye hayıflandığımız, savaşlarla katledilen şehirleri canlandırmak. Anmış, hem de yaşamış oluruz. Gelirin bir kısmı da şehirlerin mağdurlarına.
Nasıl günümüzde, ilk İtalya’da başlayan “Citta Slow” (Sakin Şehir) kavramında yerel pazardan, ürünlerden yararlanmaya dayalı düzen kuruluyorsa, (Türkiye’de Seferihisar, Akyaka, Gökçeada, Vize, Taraklı’da olduğu gibi) turizmi de iç talep üzerine yönlendirmek. Dışarıda tüketmek yerine, içeride üretmek. Dışarıdaki turizm giderini içeriye, yerel ekomiye kazandırmak.
Hepimiz olduğumuz yerde Pompei’li olabiliriz.
Gene de aslına mı gitmek istiyorsunuz?
Bu tanışıklıktan sonra gideceğiniz yerde görmek istediklerinizde çok daha seçici olabilir, elinizde liste oradan oraya koşuşturacağınıza, daha çok şey görebilir, gördüklerinizin hakkını verebilirsiniz. İşittiğinizi gerçekten dinler, baktığınızı görür, dokunduğunuzu hissedersiniz.
Bunlar ileride olacak, olabilecek şeyler.
Gelelim doğum günü hediyesine.
Önce ben denedim. Hoşuma gitti.
Artık kim olursa olsun, hiç bir yere gitmeyecek de olsalar, rehber kitap alıyorum hediye olarak. Afrika’da Senegal, Pasifik’de Tuvalu, Asya’da Papua Yeni Gine, Güney Amerika’da Paraguay… Gidilecek yerleri okuyorum. Yemeklerinin tariflerini öğreniyorum. Beş günlük seyahate çıkacakmışım gibi her gün için görülecek yerler planı yapıyorum. Yanımda ne götüreceğim diye bavul bile hazırladığım oldu. İyice kaptırdığımda, sırf o hafta için gideceğim yerin filmlerini indiriyorum. Şairleriyle, romancılarıyla tanışıyorum. Tarihini okuyorum. Bir hafta boyunca ne kimseyle Türkiye politikasını konuşuyorum ne de gazeteleri okuyorum. Hele kafadan birini bulursam yolu birlikte yapıyoruz. Gittiğimiz yerin müziğini birlikte dinliyoruz. Pompei’ye gitmeden Pompei’ye gidiyorum.
ŞEHRİMİ KEŞFEDİYORUM
Son yaptığım İstanbul’da İstanbul’a gitmek.
Sultanahmet’te işim mi var? Kadıköy’de birisiyle mi buluşacağım? Beykoz’da hasta ziyareti, Beyoğlu’nda randevu, hatta Ümraniye’de cenaze. Buluşma zamanından bir saat önce orada olmaya gayret ediyorum. Elimde İstanbul rehberi. İlk defa gelmişcesine keşfediyorum oranın camisini, lokantasını, bazen de kaybolurcasına ara, arka sokaklarını.
Yaşadığım şehri göre göre bitiremiyorum.
İstanbul Üniversitesi’nde bir konferanstan sonra Süleymaniye’den Unkapanı’na yürüdüm geçen gün. Akşam sofrasında yolculuğumu dinleyenler kendi keşiflerinin hayallerini kurdular.
Önerim var: Dil biliyorsanız sırtınıza “English spoken,” “Parlo İtaliano” yazan gömlek geçirin. Şehrinize gelen yabancılarla tanışın.
Şehrinizi hem dolaşın, hem de ona ev sahipliği yapmanın tadını çıkarın.
Mostar’da Mostari, İstanbul’da İstanbullu, yazın yolunuz Londra’ya düşmese bile her yerde Pompei’li olun.
1900 yıl öncesinin evleri banyoları ve erotizmi
Napoli Körfezi’nin mümbit doğasında yaşamış Pompei’liler yer titreşimlerine alışık. Son hissettiklerinde de önemsememişler. Alfabe tahtalarının başında Latince öğrenen çocuklar, pazar yerinde Roma mutfağının tarifelerine göre pişirilmeyi bekleyen Akdeniz balıkları, zanaatkar kölelerin sahipleriyle yaşadıkları evlerin alt katındaki dükkanlarda alış verişe çıkanlar, şarap tanrısı Bacchus’un alemlerinin erotik duvar resimleriyle süslü havuzlu konaklarda, maddenin atomlardan oluştuğunu söyleyen şair Lucretius’un felsefesini tartışanlar, boşanma hakkı da olan mülk sahibi kadınların işlettiği meyhanelerde içen Finikeli denizciler…
“Pompei, bir anda içine ışık sızmayan karanlık bir oda oldu,” diye yazmış Pliny.
Gün bitmeden, Vezüv Yanardağı’ndan stratosfere 35 kilometre yükselen buluttan volkanik taş toprak yağmış. O an oldukları yerde yakalananlar, şehirle birlikte yerin 25 metre dibine gömülmüş. Her şeyin, tekrar gün ışığına çıkması, Pompei’nin yeniden keşfiyle. 1500 yıl sonra. Günün felaketi modern tarihçilere hazine oldu. Toprağın altında müze gibi korunan Pompei bugün Roma İmparatorluğu’nda günlük hayatın tablolarıyla karşımızda. Artık Latinceyi sade hatiplerin yazılarından, devletin kayıtlarından değil, duvarlara yazılan grafitilerden, o yıllarda konuşulan sokak dilinden de biliyoruz. Kadın, köle, çocuk, unuttuğumuz kıyafetleriyle karşımızda. Mimari düzenlemeden, zenginle fakirin, esnafla elitin, köleyle sahibinin aynı sokaklarda, aynı binalarda oturduklarını biliyoruz.
British Museum’daki Pompeii-Herculenium sergisinde dolaşırken, MS 79 yılında Pompei’yi ziyaret eden, evlere davet edilen turist gibiydim. Yemek odalarından oturma odalarına, mutfaktan banyoya gittim, sokağa çıktım, alış veriş yaptım, pazara, meyhanelere uğradım, zar attım. Arkeloglar gün ışığına çıkardıktan sonra bile, “devlet büyüklerinin” hazımsızlığından yüzlerce yıl ancak “güvendikleri” insanlara gösterdikleri erotik sanatla tanıştım.