Güncelleme Tarihi:
Dr. Demir Fıtrat Onger, Paris’te yaşayan veya yolu düşen hemen hemen tüm sanatçılarla tanışmış, başkanlığını yaptığı ‘Anadolu Kültür Merkezi’nde çoğunun sergilerine ev sahipliği yapmış bir sanatsever. Fransa’da çok etkin bir çevresi bulunan Dr. Onger, doktorluk dışında Türkiye-Fransa ilişkileri ve kültürel konularla da yakından ilgileniyor. Fransız radyo ve televizyonları Türkiye’ye ilişkin bir konu olduğunda Dr.Onger’in görüşlerine başvuruyor, açık oturumlara davet ediyor, röportajlar yapıyor.
RESSAM OLMA HAYALLERİ BAŞLAMADAN SON BULDU
Yoğun temposunda sanata da önem veren Demir Fıtrat Onger, eşi Françoise ile evlerini yıllardır aldıkları tablolarla adeta sürekli bir sergiye dönüştürmüşler. Dr. Onger, tabloların büyük bölümünü sanatçıların atölyelerinden aldığı için eserleri yapan sanatçıların hikâyelerini ve yapılış tarihlerini ezbere biliyor. Onger, ‘saklı koleksiyon’undan hiç bilinmeyen, ancak çoğunun zorlu ve hazin hikâyelerini bildiği, ‘Paris Ekolu’ olarak anılan sanatçılardan sadece üçünün Selim Turan, Mübin Orhon ve Hakkı Anlı’nın eserlerinden bir kısmını Maçka Modern’de sergiliyor.
Dr. Demir Onger’in sergisiyle ilgili katalogu ile tüm resim koleksiyonunu içeren monografik kitabın hazırlanması projesini Paris’te yaşamını sürdüren Kerem Topuz yaptı ve Maçka Modern’in yöneticisi Ahmet Utku ile Onger’i bir araya getirdi. Onger, kitaptaki röportajında resim sanatıyla ilkokulda tanıştığını, rahmetli annesinin çarşamba günleri onu Beyoğlu’nda bulunan Nişantaşı Kız Enstitüsü sergilerine götürdüğünü, 1953 yılında, İstanbul’un 500. fetih yılı dolayısıyla ilkokullar arasında yapılan resim yarışmasında yaptığı resmin diğer eserlerle birlikte Japonya’ya gittiğini anlatırken o günlere dönerek şunları söylüyor “Resme karşı eğilimim olduğu, daha o dönemde ortaya çıkmıştı. Sanat eleştirmeni olan amcam Fahir Onger, ressam Avni Arbaş’ın yakın dostuydu. Kendisinden resim dersleri almamı önerdi. Annem ve babam ise eczacıydı. Babam buna karşı çıktı ve ressam olup sürekli üzüntü ve sıkıntı çekeceğime başka bir dalda ‘adam’ olmam gerektiğini ‘emredince’, ressam olma hayallerim de daha başlamadan son buldu”.
Eskişehir, 28 Şubat 1945 doğumlu Demir Fıtrat Onger, ortaokulu İstanbul’da Saint-Michel’de okuduktan sonra liseyi Saint-Benoit’da tamamlayıp, tıp tahsili yapmak üzere 17 yaşında Paris’in yolunu tuttu. 1961 yılında Fransa’ya vardığında henüz Türk göçü başlamamıştı. Birkaç ressam ve aydının dışında Paris’te pek Türk yoktu. Şehrin Jussieu semtinde bulunan Bilimler Fakültesi’ne yazıldı. O yılları ve Türk ressamlarla tanışmasını da Dr. Onger’den dinleyelim...
TÜRK RESSAMLARIN PARİS’TEKİ KAHVESİ
Burslu olmayan, özel dövizli öğrenci olarak Fransa’da topu topu 12-13 kişiydik. Ben tatillerde Türkiye’ye izne gitmek yerine Paris’teki müze ve sergileri gezmeyi yeğledim. Resimlere bakmayı öğrenmeye başlamıştım. 1970 yılında Cochin tıp fakültesinden mezun olup 1974 yılında da kardiyoloji alanında uzman doktor olunca, sanata ayıracak daha fazla vaktim olmaya başladı. İşte o dönemde, Montparnasse’ta bulunan ve Türk ressamları açısından ayrıcalıklı bir yeri olan Gymnase kahvesine uğramaya başladım. Bu kahvede önce Mübin Orhon, daha sonra Selim Turan, ardından Komet, nihayet de Hakkı Anlı’yı tanıma fırsatını buldum. Hakkı Anlı pek bu gruba dahil değil gibiydi. Onunla daha çok villa Adrienne’deki atölyesinde görüşüyordum. Komet’in dışında, Mehmet Nazım ve Sinan Bıçakçıoğlu da kahvenin sadık müşterisiydiler. Üstelik bu sanatçıların çoğu da kahvenin üstündeki binada oturuyorlardı. İkinci katta Nâzım Hikmet’in dördüncü eşi Münevver Andaç ve oğlu Mehmet yaşıyor, Sinan Bıçakçıoğlu ve Komet ise üst katlardaki küçük odaları mesken tutmuşlardı. Mübin birinci kattaydı. Gymnase’ı tesadüfen keşfetmemiştim tabii. Resme olan ilgim sonucunda, asıl amacım bu sanatçılarla tanışabilmekti. Bu sayede, hem doktor hem de koleksiyoncu olarak bu ressamlarla gayet dostane ilişkiler başlamış oldu. Tabii bu arada, Sezar’ın hakkını da karıma vermeliyim. 1978 yılında tanışıp evlendiğim eşim Françoise Perree, tüm bu ressamlarla ilişkilerimde veya koleksiyonuma kattığım tabloların seçiminde bana son derece yardımcı oldu.
SELİM TURAN MERMER OCAKLARINDA ÇALIŞTI
Gymnase kahvesine gitmeye başlayarak, ressamlarla daha derin, daha ciddi ilişkilere girmeye başladım. Bunların arasında benim üzerimde en fazla etkisi olan Selim Turan oldu. Aile dostu haline gelecek, 1978 yılında evlendiğimde nikâh şahidim olacak, büyük oğlum doğduğunda da göbek adını Selim koyacaktım. Selim, her şeyden evvel, resim kültürü olarak büyük bir birikime sahipti. Resim sanatı tarihini de çok iyi biliyordu. Ressamlar arasında genelde sık görülen, birbirini kıskanma, diğerinin yaptığını beğenmeme alışkanlığı Selim’de hiç yoktu. En kötü resme bile olumlu bakmaya çalışır, kimseyi eleştirmezdi. Profesyonel olarak resme bakmayı da kendisinden öğrendim diyebilirim. Kendi eserleri dışında, yakın dostu Henri Goetz’ün atölyesinde de ders veriyordu. Selim ayrıca, daha sonraları Fransa’ya başbakan olacak İzmir doğumlu Edouard Balladur’un yeğeni, ünlü Fransız mimarı Jean Balladur’la birlikte çalıştı. Ona heykel hazırladı, İtalya’da Carrare şehrine giderek doğrudan mermer ocaklarında çalıştı. O zamanlar Fransa’da geçerli olan imar yasaları gereği, yeni binalardaki yapım bütçesinin yüzde 1’i plastik sanatlara ayrılıyor, binaların içine veya dışına sanatsal düzenlemeler yerleştiriliyordu. Bu sıradışı ve nispeten az bilinen işbirliği sonucunda Selim’in gerçekleştirmiş olduğu mobil ve heykellerin birçoğu halen Fransa’nın Normandiya bölgesinde bulunuyor.
KOLEKSİYONCULUK BİR NEVİ HASTALIK
Resim toplamaya koyulmadan evvel başlattığım ve bazılarını hâlâ sürdürdüğüm koleksiyonlarım da oldu. Bunlardan biri, kahve ve kahve araçları. Hem ikonografik belgelerden, hem de kahve zarfları, fincanları, cezveleri, soğutucuları, kutuları, pişirmeye yarayan kahve tavalarından oluşan toplam 150 parçalık bir koleksiyonum var ve bu yıl Marsilya’da açılacak bir sergide yer alacak. Bir diğer koleksiyonum hamam araçlarıyla ilgili. Üçüncüsü, Türk işlemeleri etrafında dönüyor. 18-19 ve 20. asır başlarına ait 120 parça var. Kitap koleksiyonu yapıyorum bir de. Osmanlı devrinde yapılan ve bir tanesi de 17. yüzyıla ait sedef veya kaplumbağa sırtı kakmalı kutular ve mobilyalar var. Ortak özellikleri, hepsinin Türk gelenekleriyle, Türk kültürüyle ilgili olmaları.
HAKKI ANLI RESSAMLARA DEĞİL DİPLOMATLARA TAKILIRDI
Hakkı Anlı’yla tanışmam, Gymnase’a ilk gidişimden iki üç ay sonrasına rastlar. Denfert Rochereau mahallesinde özel bir sitede, villa Adrienne’deki atölyesinde çalışıyor, yakınlarda Boulard sokağında da evi bulunuyordu. Hakkı Anlı’nın Gymnase’daki grupla bazı önemli farklılıkları da vardı. Gymnase sanatçıları genelde sosyal-demokrat çizgideyken, Hakkı Anlı daha ziyade Osmanlı beyefendisi havasında olup kendini onlardan ayrı tutuyor, daha çok Paris’teki resmi Türk makamlarıyla, yani diplomatlarla bir arada oluyordu. Anlı’nın hayatı son derece ilginç. Fransa’ya gelmeden evvel, Türkiye’de bir post-empresyonist dönemden geçiyor, kübizme yakın eserleriyle ‘Picasso Hakkı’ diye ad salıyor. Kısa süren ilk Fransa yolculuğundan sonra ise ailesini terk ederek Paris’e yerleşiyor. Onunla tanıştığımda nispeten sahipsiz bir durumdaydı. Gaye Petek’le birlikte kendisine yardım ederek, sanatçıların yazıldığı özel sosyal sigortalar kurumuna, Sanatçılar Evi’ne kaydını yaptırdık.
O dönemde ücretli olarak hastanede çalışıyordum. Birkaç yıl boyunca Hakkı Anlı’ya özellikle yardım ettim. İlişkilerimiz öylesine sıkıydı ki, günün birinde beni tek mirasçısı ilan etti. 70’li yılların sonuna doğruydu, hiç beklenmedik bir olay nedeniyle ilişkilerimizde soğukluk yaşandı. Kendisine Top adında bir köpek hediye etmiştik.
RESMİNDEKİ EROTİK TEMALAR PARİS’TEKİ SİNEMADAN
Hakkı Anlı çok farklı bir sanatçıydı. Resminin orijinalliğine gelince, resimlere ışığı arkadan vermeyi başarıyordu. Bir de, son derece ilginç, üç boyutlu gibi duran monokrom çalışmaları oldu. Oldukça titiz bir insandı. Atölyesi her zaman pırıl pırıldı. Tüm diğer ressamlarımız gibi, o da maddi sıkıntı çekiyordu. Özel resim dersi veriyor veya uyguladığı normal atölye fiyatlarından önemli indirimler yaparak özellikle Türk diplomatlarına resim satabiliyordu. 6-7 yıl boyunca kendisinden resim alan, İsviçre’nin Saint-Gall şehrinde bulunan Im Erker galerisi dışında, sürekli ve önemli bir müşteriye kavuşamamıştı. İsviçre’deki Im Erker galerisiyle çalıştıktan sonra, erotik temaların ağır bastığı figüratif konulara geri döndü. Resmindeki erotik temaların bir diğer kaynağı da, Denfert-Rochereau mahallesindeki sinemaya gitmesiydi. Buradaki filmleri seyreder, gördüğü sahnelerden etkilenirdi.
ABARTILI BİRA, İÇKİ VE SİGARA MÜBİN’İN HAYATINA MÂL OLDU
Mübin Orhon bazen, içindeki fırtınaları dışarıya çıkarabilmek için çok miktarda bira içiyordu. Gymnase kahvesinde bazen 10 bazen 15 hatta 20 biraya kadar çıkabiliyordu... Ancak, içki içtiğinde, gayet saldırgan ve hırçın olabiliyor, tamamen başka bir kişiliğe bürünüyordu. Ve belki bu hırçınlığı da, hissettiklerini, arzu ettiklerini dışarıya vuramayışından kaynaklanıyordu. İçki, bira ve sigarayı abartılı kullanıyordu. Maalesef bunun sonucu olarak çok genç yaşta lenfosarkom sonucunda hayatını yitirdi. Mübin’in resmi Rothko ile bazı benzerlikler taşısa da, etkisinde kaldığını itiraf ettiği ressam bu değildi. Mübin’in dile getirdiği referans Malevitch idi. Bir de tabii Nicolas de Stael. Mübin’in son yıllarındaki nerdeyse tek ciddi müşterisi, iki ayda bir gelip toplu resim alıp toplu para bırakan Sainsbury Ailesi idi. Ama Mübin’deki Osmanlı asilzadesi yönü, aldığı parayı hemen harcamasıyla sonuçlanırdı.
FİKRET MUALLA AKIL HASTANESİNDE
Fransa’ya geldiğim yıl Fikret Mualla, Fransa’nın güneyine yerleşmek üzereydi. Bir daha da Paris’e geri gelmeyecekti zaten. Dolayısıyla kendisini hiçbir zaman tanıyamadım. Mualla’yı eserleriyle tanımaya başladığımda tıp son sınıfta stajyer öğrenciydim. O zamanlar, Paris’te müzayedelerin yapıldığı ‘Hotel Drouot’ tadilat dolayısıyla kapalıydı ve satışlar Orsay müzesinde yapılmaktaydı. Bunlardan birinde, Mualla’nın büyük koleksiyoncularından Bay Garrigou ile tanışmıştım. Kartını vererek, sahip olduğu yüzlerce Mualla’yı görmem için Toulouse şehrine çağırmıştı. Henüz Mualla yeni yeni meşhur olmaya başladığından, fiyatlar gayet makuldü. Bu nedenle de o zamanlar alınan Mualla’ların hepsi orijinaldi. Arkasından Mualla’nın hayatını merak ettim, bazı psikolojik problemleri vardı. Psikolog olmasam da, doktor olarak kişiliği ilgimi çekiyordu. Paris’te akıl hastanesine yattığı zaman yapmış olduğu desenleri özellikle toplamaya çalıştım. Mualla’nın bana kalırsa en orijinal tarafı o devirde soyut resim furyası varken figüratif resme devam etmiş olmasıdır.
Mualla çeşitli yönleriyle hep ilgimi çekmeye devam etti. Sıradışı bir hayat hikâyesi var bir kere, hem acıklı hem enteresan. Fransa’da ve Türkiye’de daha çok guvaşlarıyla tanınıyor çünkü mali imkânsızlıklar dolayısıyla fazla miktarda tuval yapamamış. Bu arada, tamamen tesadüfî şekilde alelade bir satışta Mualla’nın 1932’de resim hocalığı yapmak üzere gittiği Edremit’teki resim defterine rastlamıştım. Bu defterle, Mualla’nın resim çizgisinin de çok güçlü olduğunu fark ettim. Ardından, imkânlar nispetinde hem guvaşlarını hem de bilhassa çizdiği desenleri toplamaya başladım. Mualla deyince Picasso da aklıma geliyor. Mualla Picasso’yu tanımıştı, hatta aralarında resim değiş tokuşu da yapılmıştı. Picasso’nun daha ziyade soyut resimlerini biliriz ama Picasso aynı zamanda klasik resmi de çok iyi yapabilen bir sanatçıydı.
İstanbul Maçka Modern’de açılan ‘Bir Doktor, Bir İnsan, Bir Koleksiyon’ adlı sergi 14 Mayıs’a kadar görülebilir.
(212) 259 45 13