Pardon isminiz neydi?

Güncelleme Tarihi:

Pardon isminiz neydi
Oluşturulma Tarihi: Eylül 04, 2003 18:01

Gazetede, masamın üstünde büyük bir cam silindir var, Ali Osman’ın akvaryumu. Ali Osman bizim Haber Merkezi’nin maskotu, bilenler “beta cinsi” diyorlar, anavatanı Singapur olan koyu kırmızı bir balık. Daracık yerde dönüp duruşunu seyrederken klostrofobi geliyor bazen, “Yahu bu hayvan çok sıkılıyordur bu kavanozda...” diye delleniyorum, bilimsel açıklamalarla teselli ediyorlar beni: “Merak etme, akvaryum balıklarının hafazası sadece 4-5 saniyelikmiş, kapalı yerde olduğunu idrak bile edemezmiş...” İnşallah! Yoksa hayvan, o cam hücreye kapatıldığının bilincindeyse eğer... Allah vermesin!

Haberin Devamı

Gerçi ben de Ali Osman’dan iyi değilim. 4-5 saniye değilse bile, hafızam “türdeşlerime kıyasla” pek bir kısa nedense.

Akşam eve döndüğümde, “Öğlen de aynı şeyi yemiştim” sendromundan muzdarip karım sorar, “Ne yedin öğlen?” Ne yedim öğlen? Ne bileyim ben, hatırlamıyorum ki.

Ne yediğini, ne içtiğini, ne yaptığını unutmak önemli değil, hatta ne yapacağını unutmak bile, not alır kurtulursun. Asıl sıkıntı insanlarla...

Bizim binada bin küsur insan çalışıyor.

Bunun, benim gibi, insanların yüzünü, adını, işini hatırlamaktan aciz bir Ali Osman için nasıl bir kabus olduğunu bir düşünsenize. Koridorlarda, asansörde tanımam gereken insanlara rastlıyorum her an, tanıyamıyorum.

- Merhaba Serdar Bey! Nasılsınız?
- İyiyim, senz nasılsınz?

”Senle siz arası” bir ses çıkarırken süratla düşünüyorum bir yandan, “Bu kimdi? Adı neydi? Nerede çalışıyordu? Ne iş yapıyordu? Daha önce konuştuğumuz bir mevzu, verdiğim bir söz, sorduğum bir şey var mıydı?”

Böyle anlarda yanımda olanlar hayran kalıyor kıvırtma özelliğime.

“Hafıza sorunsalım” nedeniyle bende, “kim olduğu konusunda en küçük bir fikrim dahi olmayan bir insanla uzun uzun sohbet edebilme” kabiliyeti gelişti.

Ankara’ya uçmak üzere havalimanındaydık, pazartesi sabahı galiba (galiba), genç bir delikanlı geldi yanıma, “Serdar Abi merhaba!” diyerek, yüzünde geniş bir gülümseme, boynuma sarıldı. “Nasılsınız abi?”

Drınnnnn, beyin çalışıyor süratle. Önce hafızada yatay ve kısa bir tarama, ı-ıh. Çıkaramıyorum. Ardından – laf uzadıkça ipuçları yakalarım nasılsa diye – konuşmayı rezil olmadan sürdürebilmek için, dedüksiyon / indirgeme metodunu harekete geçirme:

- Beni gördüğüne sevindi, demek ki birbirimizi seviyoruz, sadece profesyonel bir ilişkimiz yok.
- Boynuma sarıldı, demek ki samimiyetimiz var.
- Ama bir yandan da “Abi, siz” diyor, samimiyetine rağmen saygılı davranıyor, demek ki bir arkadaşın çocuğu, yanımda staj yapmış bir genç, daha önce yanımda anketör yahut rehber olarak çalışmış biri olabilir.

Temkinli gidiyorum mayın tarlasından, önce katırı salarak...

- Yahu ne kadar oldu seni görmedim ben?

(Bunun tehlikesi “Geçen hafta görüştük ya abi” demesi, gerçi çoktan görüşmemişiz gibi sarıldı boynuma, ama böyle bir cevap verirse, “Haa sahi, bende de kafa kalmadı, ihtiyarlıyoruz” filan gibi kıvırırım artık. Bu sorunun iyiliği, güzel bir cevap önümü açabilir...)

- Epey oldu abi, en son Pınar’ın düğününde karşılaşmıştık.

(Al başına belayı. Pınar kim? Konuyu değiştir! Yeni yeni isimler gelirse içinden hiç çıkamazsın.)

- (Abisel bir tavırla...) Sen ne yapıyorsun? Anlat bakalım!

(İşiyle ilgili bir ipucu bizi kurtarabilir.)

- Aynı iş abi, sağolasın sayende girdik biliyorsun...

(Tabii ki bilmiyorum, ulan ben daha senin kim olduğunu bile hatırlamıyorum ki...)

- Canım bırak artık onu. Aynı iş de, ne yapıyorsun, onu söyle...

- Ne yapayım abi, sabah akşam, VİP’ten geçenler, şarkıcılar, türkücüler, haber kovalıyoruz burada.

(Allaaaaaah, demek ki gazeteci, ben aracı olmuşum havameydanı muhabiri olmasına... Bu noktada artık hiç tereddüt etmeden yaratıcılığını kullanacaksın.)

Mesela:

- Sen bana bir kartını versene, cep telefonun filan bulunsun bende, gelip gittiğimizde lazım olur.

En temizi budur. Adına bakar, hatırlarsın. Ya kartviziti yoksa?

- O zaman (cebinizden bir kağıt parçası çıkarıp uzatarak) şu kağıda telefonunu yaz da... Adını da yaz, hafızam berbattır benim, “Kimindi yahu bu numara?” diye düşünmeyeyim iki saat...

Sonra, isme bir göz atmak için fırsat yaratırsınız:

- Beş yüüüüz... otuz iki değil mi bu? Tamam. Peki Nafizciğim, haydi, görüşürüz!...

Bu daha sadece bir örnek, telefon çalar, karşımdakinin ismini önümdeki kağıda yazıp, çevremdekilere gösteririm süratle, “Kimdi lan bu?” anlamına gelecek kaş ve göz işaretleri eşliğinde.

Karım tembihlidir, “Ben sana birisini yarım ağızla tanıştırırsam, adını açık açık söylemezsem sakın ‘Pardon, ne dedin hanımefendinin ismi?’ filan diye sorma, beni rezil etme!”

Bunları niye anlatıyorsun, diyeceksiniz.

Posta’da bir haber vardı, 27 Ağustos’ta, “Pardon adınız neydi?” diye. Unutkanlık hastalığa dönüşebiliyormuş, 20 milyon kişi bundan şikayetçiymiş, filan... Benim de önemli bir sıkıntım olduğu için, kesip sakladığım bu haberi okuyorum, hani aklınıza bir fikir, bir hatıra böyle “şimşek gibi” çakar gider ya... Yakın bir tarihte, televizyonlardaki bir magazin programında seyrettiğim bir sanatçı geldi aklıma. Yüzünde hem utangaç, hem teslimiyetçi bir gülümsemeyle, isim hafızası olmadığı için yediği haltları, kırdığı potları itiraf ediyordu. Çok güzel bir iki anekdot anlattı.

Haberin Devamı

Size bu anekdotları aktarmak istiyordum, ama o kadın sanatçı kimdi, hangi kanalda gördüm, neler anlattı.... Unuttum! Numara yapmıyorum, gerçekten unuttum!.. Yazarken belki hatırlarım diye lagaluga yapıyorum ama ı-ıh...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!