Güncelleme Tarihi:
Martin Scorsese kadar başarılı çoğu sinemacı için yaşlanmak huzur ve esenlik içinde çekilen öğleden sonra uykuları anlamına gelebilir. Ama bugüne kadar aralarında ‘Taxi Driver-Taksi Şoförü’ (1976), ‘GoodFellas-Sıkı Dostlar’ (1990) ve ‘Casino’ (1995) gibi şaheserlerin de yer aldığı 20’yi aşkın filme imza atmış olan, Amerikan sinemasının yaşayan en büyük yönetmeni hiç de uykusu gelmiş gibi görünmüyor. Tam aksine, çektiği her yeni filmini, polisiye türünü yeniden tanımlayan filmi ‘Mean Streets-Arka Sokaklar’daki (1973) gerilim yüklü enerji ve adrenalin dalgasını yeniden yaratmak için bir fırsat gibi görüyor adeta.
O günden bu yana yeraltı dünyasını sık sık ziyaret eden usta sinemacı son çalışmasında borsacı ve bankacıların dünyasına odaklanırken bu iki dünya arasında pek de fark olmadığını hatırlatıyor. Zira ‘Para Avcısı-The Wolf of Wall Street’in kahramanı Jordan Belfort öylesine yoz bir adam ki, ‘Sıkı Dostlar’da hayatından kesitler sunduğu Henry Hill -ki o da gerçek bir karakterdi- yanında âdeta melek kalır. Film, ünlü borsa simsarı ve şürekasının 1990’larda nasıl binlerce yatırımcıyı dolandırarak zengin olup cehennemdeki yerlerini garantilediklerini anlatıyor. ‘Büyük usta’yla hem ‘Para Avcısı’nı hem de sinema serüveninin genel çizgisini konuştuk...
‘Para Avcısı’nın ana karakteri Jordan Belfort, yaşanmış bir hikâyenin kahramanı. Böyle bir tipolojiyi sinemaya aktarmanızdaki neden neydi?
- Wall Street’te geçirdiği yıllar boyunca sürdüğü hedonist yaşam, her türlü cinsel zevke düşkünlüğü ve saplantı derecesindeki açgözlülüğü günümüz toplumundaki bütün yanlışların bir yansıması gibi geldi bana. Genel olarak insan doğasını ele almak istedim. Ama gözlediğim kadarıyla film yanlış anlaşılıyor, en azından bazıları tarafından...
Neden böyle düşünüyorsunuz?
- Çünkü filmde bu dünyanın içine girme amacım açgözlülüğü göstermekten ziyade açgözlülüğün yarattığı yıkımı perdeye taşımaktı. Bu davranış tarzını yücelttiğimi düşünenler olabilir, oysa ben tabii ki mahkûm ediyorum. Bazı insanların her türlü ahlaki yozlaşma pahasına mutluluğun peşinde koşmaları ve bu güdüyle hareket etmeleri berbat bir şey bence. Benim büyüdüğüm dünya böyle değildi.
Peki büyüdüğünüz o dünyayı özlüyor musunuz?
- O kadar basit değil. Ben 1942’de doğdum, 50’lerde Amerika daha masum bir yerdi. Okulda kimse bana ait olduğum toprakların sadece birkaç insanı zengin etmek için kurulmuş bir ülke olduğunu söylememişti. Ama bu günlerde bakıyorum ki böyleymiş gibi görünüyor.
O zamanlar da açgözlülük yok muydu?
- Vardı elbette ama yine de bir şeyler değişti. Ben New York’un gerçekten tehlikeli bir bölgesi olan Bowery’de büyüdüm, en azından o zamanlar öyleydi. Bu, Amerika’nın orta yerindeki bir ortaçağ köyünde yaşamak gibiydi. Etrafımız dilenciler, sarhoşlar ve delilerle doluydu ve o insanlara yardım edilirdi, yemek verilirdi. Bence bir ülkenin nasıl bir ülke olduğu yoksullarına nasıl davrandığına bakılarak anlaşılır. Son zamanlarda kimse yoksulları umursamıyor. Asıl korkutucu olan bu.
Aslında rahip olacaktım
Obama’nın Amerikası’na inancınızı yitirdiniz mi? Ya da kendisine hiç inanmış mıydınız?
- Doğrusunu söylemek gerekirse hâlâ inanıyorum. Cumhuriyetçiler onu ve projelerini sabote etmekte ısrarcı olsalar da... Çünkü problem nedir ki? Bilgisayar sisteminin çökmesi mi? O iş kolay, sistemi düzeltirsin o zaman, mesele çözülür! Ama hastalarına bakmadan büyük bir ülkede yaşayamazsın.
Bowery’deki çocukluğunuzdan bahsettiniz. Öylesine sert bir ortamda sinema sevginiz nasıl ortaya çıktı? Bir de rahip olma isteğinizden bahsetsek...
- Astım nedeniyle çok zayıf ve içine kapanık bir çocuktum. Koşamıyordum, gülemiyordum. Kendimi sürekli yalnız hissediyordum. Sonunda San Marcos Kilisesi’nde biraz huzur buldum. Beni kirli ve trajik durumdaki sokaklardan korudu. Sonra gerçekten dini bir görev üstlenebileceğimi hissetmeye başladım. Bu dönemde mahalledeki sinemayı da aynı anda keşfetmiştim. Perdenin önüne oturuyordun ve bir anda kendini ‘Vahşi Batı’da buluyordun. İnanılmazdı. İşte o zamandan beri filmlere kafayı takmış durumdayım.
Kariyerinizi suçluluk duygusu içinde günahlarından arınmaya çalışan karakterler üzerine kurdunuz. Bunun dini geçmişinizle bir ilgisi var mı?
- Belli ki var. Kaderim belliydi, sonunda rahip olacaktım ama o kadar güçlü biri değildim ve bunu başaramamış olmak bende müthiş bir suçluluk duygusu yarattı. O bakımdan karakterlerimle özdeşlik kuruyorum. Mesela ‘Raging Bull/Kızgın Boğa’da (1980) Jack LaMotta’yı ayna karşısında görürüz, çok da öfkeli değildir, işte ben de o noktaya gelmek isterim. Ama yapabilir miyim, bilmiyorum. O yüzden, her ihtimale karşı pek fazla aynaya bakmamayı tercih ediyorum.
Yönetmenlik uğraşının, sinemacı olmanın size kazandırdığı en önemli ders neydi?
- Film yapmak istiyorsan çok kararlı olmalısın çünkü bu süreçte yüksek bir bedel ödemen gerekecek. Sanırım biraz da kaçık olmak gerekiyor. Film yaparken başka her şey hayatından çıkıyor, bu tehlikeli bir şey. Bir de ayrıca, film yapma arzunu korumak için çok çalışmalısın, çünkü her şey o arzuyu öldürmek için tasarlanmış gibidir.
Kim öyle tasarlamış?
- İşler öyle yürüyor, zaman öyle. İyiyle kötünün savaşı değil belki bu ama stüdyoların ihtiyaçlarıyla sanatçının yapmak istedikleri arasındaki bir savaş. Piyasa değişti ve ben artık bu piyasanın ihtiyaç duyduğu filmleri yapabilir miyim, işte onu bilmiyorum.
Neden?
- Çünkü ticari düşünmüyorum, o konuda iyi değilim. Eskiden reklam filmleri çektiğim de olmuştur ama eminim o filmler sayesinde bir şey satabilen olmamıştır. Tek söyleyebileceğim benim bildiğim, içinde büyüdüğüm, sevdiğim sinema bugün bir şey ifade etmiyor. Kendimi tarihi eser gibi hissediyorum.
Kubrick’i de iPad’de izlemeyin
Mesela bir ‘Süperkahraman’ filmi çekmenizi teklif etseler ne yaparsınız?
- “Hayır, teşekkürler” derim. Yapmak istediğim bir sürü kişisel film var ve zamanım sona ermek üzere. Artık 71 yaşındayım ama kendimi her zamankinden daha heyecanlı ve tutkulu hissediyorum. Daha gençken farklı şeyler deneyebilirsiniz. Ama şimdi her filmin bir anlamı olmalı. Sadece inandığım filmleri yapacağım.
Sinemanın geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
- Günümüz sinemasının 20. yüzyıl sinemasıyla hiç ilgisi yok. Sinema diye adlandırmaya devam etsek de artık öyle diyebilir miyiz, bundan emin değilim. Çünkü şimdi filmler çoğunlukla çok küçük ekranlarda seyrediliyor. Belki de o kelime Lumière Kardeşler’in ilk filmlerini yapmalarından sonraki 100 yılı tanımlamak üzere kullanılmalı sadece. Bugün yapılanların kötü olduğunu söylemek istemiyorum ama gerçekten kimse ‘2001: A Space Odyssey/2001: Bir Uzay Macerası’nı iPad’de izlememeli.
‘Gençler, aceleye gerek yok dünya bir yere kaçmıyor’
Film çekmenin yanı sıra eski filmlerin korunması ve restorasyonu için de çalışıyorsunuz. Günümüzün küçük ekranlar dünyasında kendinizi Don Kişot gibi hissetmiyor musunuz?
- Evet ama birinin bunu yapması lazım. Çocuklarımızı geçmişin filmleriyle tanıştırmayı bırakırsak kültürel mirasımızı tehlikeye atmış oluruz.
Gençler sadece animasyon filmleri ve gişe canavarlarını, yani sinemanın abur cuburunu biliyor. Sizce bu iyi mi?
- Hayır, çok kötü.
Her şey o kadar hızlı hareket ediyor ki... Bazen çocuklarıma bakıyorum ve “Bir dakika dursanız ne olur sanki? Durun ve rahatlayın. Dünya bir yere kaçmıyor, aceleye gerek yok,” diyesim geliyor. Gençlerin şunu anlaması gerekiyor ki karşılarına çıkan görüntülerin hepsi hemen tüketilip unutulsun diye orada değil. Düşünceyi geliştiren filmlerle, sadece bir şey satmaya çalışan filmler arasındaki farkı görmeyi öğretmemiz lazım onlara.
‘Bana benzeyen ruhta olanlarla çalışmam gerekiyor’
Leonardo DiCaprio ile çalışmaya devam edecek misiniz? ‘Para Avcısı’ onunla birlikte yaptığınız beşinci film.
- Umarım birlikteliğimize devam ederiz. Oyuncularla çalışmak konusunda iyi değilim, onları nasıl yöneteceğimi bilmiyorum, o yüzden bana benzer ruhta olanlarla, açıklamaya ihtiyaç duymadan beni anlayanlarla çalışmam gerekiyor. Leo da onlardan biri. Farklı kuşaklardan gelmemize ve farklı ortamlarda büyümüş olmamıza rağmen ortak bir duyarlılığa sahibiz. Hayatımın ikinci döneminde birlikte çalışabileceğim birini bulmuş olmak kendimi genç hissettiriyor ve ayrıca film yapma isteğimi yeniledi.
Martin Scorsese kimdir
Amerikan sinemasının yaşayan en büyük yönetmenlerinden kabul edilen tam adıyla Martin Marcantonio Luciano Scorsese, 1942 yılında doğdu. İlk önemli çıkışını ‘Mean Streets’ filmiyle yapan yönetmen, ‘Taksi Şoförü’, ‘Kızgın Boğa’, ‘Günaha Son Çağrı’, ‘GoodFellas’, ‘Masumiyet Çağı’ ‘New York Çeteleri’, ‘The Departed’ ve ‘Hugo’ gibi filmleriyle sinema tarihindeki yerini aldı. Akademi’nin uzun süre görmezlikten geldiği Scorsese, en nihayetinde 2006’da ‘The Departed’la ‘En İyi Yönetmen’ dalında Oscar’a uzandı. Kariyerindeki en ilginç işlerden biri de Michael Jackson’ın ‘Bad’ klibini yönetmesidir.