Oluşturulma Tarihi: Mayıs 23, 2004 00:00
Yavaş yavaş gelen baharı seyrederek Balıkesir, Akhisar, Salihli, Gölmarmara, Buldan, Denizli üstünden Pamukkale’ye ulaştım.Doğa yine yeşile boyanmış, papatyalar, katır tırnakları, gelincikler tablodaki yerini almıştı. Pamukkale’de hem yeniden beyazlanmaya başlayan travertenlerin hem de antik dönemin kalıntıları arasında dolaştım durdum.Bu seferki yolculuğumun da bahanesi şarap tatmak. Pamukkale şaraplarının sahibi Yasin Tokat, biz Şarap Dostları Derneği üyelerini şaraplarını tattırmak için Denizli’ye davet etti. Baharın başında keyifli bir davetti. İşin içine şarap da girince keyfin dozu biraz daha artıyordu... Diğer davetliler uçakla gidecekti. Ben ise yolculuk için ‘Kırmızı Katır’ı tercih ettim. Bilen bilir... Yurtiçi gezilerimi genellikle tek başıma yaparım. Arabama atlayıp, yüzlerce kilometre tüketmek bana müthiş keyif verir. İstediğim yere, istediğim zaman özgürce saparım.. Küçük keşiflerin peşine düşerim. Müzik dinlerim, söylerim, kendi kendimle, arabamla konuşurum. Veya düşünürüm. Sorarım, yanıt ararım. Bu tür gitmeler bir terapi gibidir. İyileştirir beni... Arabama ‘Kırmızı Katır’ derim. Kırmızılığı renginden gelir. Katırlığı ise dayanaklığından. Arabamla baş başa kalınca aklıma hep J.R. Jimenez gelir. Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından Nobel ödüllü Juan Ramon Jimenez... Onun, güzellik uğruna yollara düşmüş üzgün bir ozanla şen bir eşeğin öyküsünü anlattığı ‘Platero ile Ben’ adlı kitabını hatırlarım. Bu kitap bir Endülüs ağıtıdır. Platero adlı sevimli eşek ozanın candan arkadaşıdır. Aynı düşleri görürler. Çevirmen Akşit Göktürk’e göre ozanın ikinci benliğidir sanki. Onunla konuşmalarında ozan, doğayla bir iç konuşmayı sürdürür gibidir. Cevat Çapan’ın önsözde yazdığı gibi, Platero ile Ben’i okurken altını çizmek istediğim o kadar çok cümle bulurum ki, kitap karalama defterine döner...’KARA BULUTLARKırmızı Katır da benim Platerom’dur. Ben de doğada gördüğüm güzellikleri onunla paylaşırım. Ama Jimenez gibi şiirsel cümleler kuramam. Kırmızı Katır, benim basit cümlelerimle yetinmek zorundadır.Karabulutlar, İstanbul’dan beri üstümden ayrılmamışlardı. Baharı ve ruhumu karartıyorlardı. Denizli’ye başka bir güzergahtan gidiyordum: Balıkesir, Akhisar, Salihli, Alaşehir, Buldan üstünden. Yasin Tokat daha kısa olduğunu söylemişti. Bu mevsimde tanrı, paletine bol miktarda -veya sadece- yeşil boya koyuyordu sanırım. Sağ-sol hep yeşile boyanmıştı. Ton ton yeşil. Bu yeşiller büyüyüp, başaklanacak, arpa-buğday olacaklardı. İyi ki bu rotayı izlemiştim. Yolun iki yakasında baharın çiçek çiçek geldiğini görüyordum. Hele Balıkesir- Akhisar arasında ormanlık yoldan gitmek yok mu? Bir yol insana yaşama sevinci verir mi hiç. Bana verdi. Bir de tepemdeki kara bulutlar olmasaydı!.. Gözüm bir yandan da hız göstergesindeydi. Kırmızı Katır dizginleri saldın mı uçup gidiyordu. Farkına varmıyordum. Radara yakalanıp, yol keyfimi bozmaya niyetim yoktu. Aslında yola çıkma zamanını bir türlü ayarlayamıyordum. Yolculuğa öylesine erken başlıyordum ki, yol üstündeki lezzet mekanlarının önünden yutkunarak geçip gitmek zorunda kalıyordum. İskender kebabı yemeden Bursa’dan geçip gidilir miydi? Ya Susurluk’a ne demeliydi. Manyas’ın özel peyniri ile yapılmış, nar gibi kızarmış tost ve köpüklü ayran içilmeden yola devam etmenin bir anlamı var mıydı? Ya Akhisar’ın ünlü köftesi. Yılların Ramiz’i daha kapısını bile açmamıştı. ‘24 yıldır 24 saat’ sloganı ile müşteri bekleyen Ünal’ın Yeri’nde ızgara yanıyor ama vakit öylesine erkendi ki!.. DERE TEPE BAĞSalihli’den Alaşehir’e giden yolun iki yanı bağlarla kaplıydı. Öylesine düzgün, öylesine bakımlı bağlar ki, insanın canı üzüm
yemek, şarap içmek istiyordu. Bunlar ne cins üzümdü acaba? Hepsi sofralık mıydı? Hangileri şaraplıktı? Bildiğim kadarı ile buralarda sofralık Sultaniye ağır basıyordu. Alaşehir’in girişinde koca bir üzüm salkımı heykeli vardı. Üzüm bu bölgenin ekmek parasıydı. Kutsal bitkisiydi. Bağlara baktıkça İtalya’nın Toscana bölgesini anımsadım. Orada da dağ taş bağ ile kaplıydı. Burası için, ‘Türkiye’nin Toscana’sı’ benzetmesini yapmak doğru olur muydu? Toscana demek, şarap ve yemek demekti. Sanırım buralar için aynı şeyleri söylemek yanlış olurdu. Yakıştırmamı geri mi alsaydım?Sarıgöl civarında zirveye tırmanırken sisin içine düşmüştüm. Baharın hayal perdesi gibi bir sisti. Neyin habercisiydi acaba? Ardından güneş mi görünecekti? Öyleyse hoş geldin sis. Nihayet nar ağaçları eşliğinde Denizli göründü. Kentin girişinde sıra sıra reklam panosu dizilmişti. Bütün büyük firmaların ilanlarını görmek mümkündü. Denizli zenginliğinin ipuçlarını daha girişte gözler önüne seriyordu. Kaynak kitaplar buranın antik Diopolis olduğunu belirtiyorlardı. Selçuklular on üçüncü yüzyılda, bugünkü kentten altı mil kuzeyde bulunan antik Laodikeia sakinlerini buraya yerleştirmiş, Grekçe isim zor okunduğu için de bu adı kısaltıp, kente Ladik adını koymuşlardı.Ladik, Aydınoğulları ve Osmanlı döneminde halılarıyla, dokumalarıyla ünlü bir ticaret merkeziydi. Şimdi Türkiye’nin tekstil merkezlerinden biri olmasının temelinde bu geçmişin etkisi olsa gerekti. Ünlü seyyah İbn Batuta bu kentten geçmiş ve bura hakkında kitabına şunları yazmıştı: ‘Çarşıları çok güzel, bu çarşılarda altın işlemeli pamuklu kumaşlar imal ediliyor. Esnafın çoğu, Müslümanlara tabi olan ve padişaha vergi ödeyen Rum kadınlar...’ İbn Batuta ayrıca Ladik’te güzel Rum kızlarının satıldığı bir köle pazarı olduğunu, alıcıların bu kızları satın alıp, onları fahişe olarak çalıştırdıklarını ve ‘her kızın sahibine düzenli bir ödemede bulunduğunu’, kızların erkeklerle birlikte hamama girdiklerini anlatıyordu. BEMBEYAZ KAYALIKLARDenizli’nin bu renkli geçmişinden bugüne sadece dokuma ve ticaret kalmıştı. Çiçekli bulvarları, kalabalıkları, horoz heykellerini geçip Pamukkale sapağına vardım. Demek ki hedefe 18 kilometre yaklaşmıştım.Bulutlar bir türlü yorulmuyordu. İstanbul’dan beri kol kola gidiyorduk. Çisil çisil bir bahar yağmuru yağıyordu. Otelden önce Pamukkale’ye veya Hierapolis’e saptım. Buralara kaçıncı kez geldiğimi unutmuştum. Manzara hep aynıydı. Anadolu’nun bu sıra dışı köşesinde zaman pek hızlı akmıyordu. Değişim, tepeden ovaya dökülen beyazlıkta oluyordu. Kah bembeyaz, kah kararmaya yüz tutan bir beyazlıktı bu. Beyaz kayalar şimdilerde eski ‘pamuk beyaz’ görüntüsüne bürünmüştü sanki. Alınan tedbirler işe yaramış gibiydi. Araştırmacılara göre, Pamukkale travertenleri üç milyon yıldan fazla bir sürede oluşmuştu. Beyaz kayaların oluşumunun bilimsel açıklaması şöyleydi: Menderes Nehri’nin vadisi, yükselme ve çökme hareketleri sonucunda meydana gelmiş uzunca bir fay hattı üzerinde yer alıyordu. Bu vadide pek çok termal su kaynağı yer yüzüne çıkıyordu. Pamukkale’deki sularda bol miktarda kalsiyum tuzları ve karbondioksit gazı bulunuyordu. Kalkerli sular, yamaçlardan aktığı yerlerde tuz çökertileri yayarken, karbondioksit de havaya karışıyordu. Travertenlerde oluşan bu kimyasal alış veriş Pamukkale’ye beyaz rengini veriyordu.Ovaya doğru beyaz beyaz dökülen plato, sırtını antik Hierapolis kentine dayamıştı. John Freely’nin ‘Türkiye’nin Uygarlıklar Rehberi’nden öğrendiğime göre, Hierapolis ‘kutsal kent’ anlamına geliyordu. Bizanlı Stephanos, kentin sahip olduğu tapınaklardan dolayı böyle adlandırıldığını belirtiyordu. Günümüz araştırmacıları ise Hierapolis’in adını, Pergamon’un efsanevi kurucusu Telephos’un karısı Hiera’dan aldığını öne sürüyorlardı.İÖ ikinci yüzyılın üçüncü çeyreğinde Pergamon kralı II. Eumenes tarafından kurulan bu Helenistik kentten, Nekropol dışında geriye hiçbir şey kalmamıştı. Bugün gördüklerimizin çoğu Roma dönemine aitti.TURİST OTOBÜSLERİOtoparkta yer bulmakta zorlandım. Turist otobüsleri sıra sıra bekleşiyordı. Yağmurluklu, şemsiyeli, şapkalı turistler Roma hamamları, sütunlu yol ve mezarlar arasında koşturup duruyorlardı. Hem yağmur hem zamansızlık onları nefes nefese bırakmıştı. Ben de yağmurluğuma sığınıp, kan ter içinde antik tiyatronun olduğu tepeye doğru tırmandım. Burası antik Hierapolis’ten kalan en muhteşem yapılardan biriydi. Araştırmacılar buranın, ‘Anadolu’da görülmeye değer antik tiyatrolardan biri’ olduğu görüşünde birleşiyorlardı.Yağmur, yorgunluk ve bastıran karanlık... Bir tek kare bile fotoğraf çekememiştim. Otele dönüş vakti gelmişti. Halbuki güneş batarken üstünde renklerin uçuştuğu Menderes Ovası’nın seyretmeyi düşlemiştim. İki kilometre boyunca iki yanını antik mezarların süslediği yoldan geçip, Karahayıt’taki otelime vardım.Haftaya Afrodisias, Pamukkale şarapları, şelalede yemek, Buldan’da tahinli pide.
button