Güncelleme Tarihi:
Faruk BİLDİRİCİ
Ankara’ya döndüğündeyse Müsteşar Yardımcısıydı. Şimdi de Washington Büyükelçisi olarak yeniden sahne alıyor. Zorlu bir rol ama daha önce iki kez görev yaptığı Amerika’yı iyi tanıması en büyük avantajı.
ÇOCUKLARIM
Kızım “Kimsem yok” dedi
Hep oraya git, koştur, o yemekten bu davete. Çocuklarımla özel zamanlarım olsun isterdim olmadı, büyüdüler. Hatırlayınca içim burkuluyor. Kızım Türkiye’ye dönerken “Babacığım sizin mahalleden, okuldan, işyerinden arkadaşlarınız var. Benim kimsem yok” demişti. Bir çocuk düşünün arkadaşı yok. Ne için? Hep dolaşmış. Sorumlusu benim. İkisi de neredeyse 15’er yıl Amerika’da kaldılar. İkisi de oradan mezun. Bir gün dahi geri dönmek istemiyorlar, sevmiyorlar çünkü. Hep verdikleri mücadele akıllarına geliyor. Kızım British American Tobacco’da, oğlum da Efes Pilsen’e yeni girdi.
KALECİLİĞİM
Panter adını yakıştırdılar
Aslen Antakyalıyız. İlkokulda ilk üç yılı Antakya’da okudum. 4. sınıfta Ankara’ya geldik. Babam o zaman İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu üyesiydi. Teftişe çıkar, 6 ay dönmezdi. Babamla gençliğimizi fazla yaşayamadık. İyi bir öğrenciydim. Galatasaray Lisesi sınavını kazandım ama Ankara’da TED’e gittim. Keşke Galatasaray’a gitseymişim, onlar daha girişken ve sosyal. Kolejde futbol takımının kalecisiydim. İyi kaleciydim Panter diye isim yakıştırdılar. Voleybol da oynadım. A takımına çıktım. Ama hep yedek oturdum.
BABA TAVSİYESİ
Hariciye için hukuk okudum
Babam hariciyeyi telkin ederdi. “Evladım memuriyetin zirvesi Hariciye’dir. Ama hukuk oku. Hariciyeci olamazsan hakim, savcı olursun” diyordu. Avukat olayım diye okumadım hukuku. Hukuk’la Siyasal arasındaki sokağa “Moskova Sokağı” denirdi. İkisine de sol hakimdi. Siyasetten uzak durdum, tehlikeliydi. Mezun olduğum 1978’de Dışişleri sınav açmadı. Bir sene Ticaret Bakanlığı Anlaşmalar Genel Müdürlüğü’nde çalıştım. Sonra Genelkurmay’da askerlik yaparken sınava girdim, terhis olunca da Dışişleri’ne başladım. İlk görev yerim Denizcilik ve Havacılık dairesiydi. Yunanistan’la aramızda tansiyon yüksekti. Bir ara herkes tayin oldu. Bir Rıza Türmen kaldı, bir de ben. Her gün 4-5 sefir geliyordu girişim için. Bittim, tükendim. Gittim Rıza Bey’e, “Ben istifa edeceğim” dedim. Hoşgörülü ve espritüeldir. “Deli misin kardeşim?” dedi. Beni ikna etti. Bir ay sonra birileri daha geldi, yavaş yavaş düzeldi.
DİPLOMATLIK HAYALİM
Beni cezbeden gezip görmekti
Hariciyenin hayallerimi genişletebileceğim bir meslek olduğuna inanıyordum. Gezmek, görmek beni cezbeden tarafıydı. Okuduklarımı yaşayabilmek istiyordum ben. Hariciye mesleğinde ne aradıysam onu buldum. Yaşam biçimini sınırlaması hariç. Geçen gün selefim Nabi Bey (Şensoy) buraya geldi. “Artık özgürüm” dedi. Haklıydı, bu meslekte ne kadar üst pozisyonda görev alırsanız o kadar kısıtlanırsınız. Özgürlük alanınız yatak odanızla sınırlıdır. Giyinip çıktığınız andan itibaren artık kendiniz değilsiniz. Namık Tan denmez. Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyükelçisi şuraya mı gider, burada mı oturur denir.
DIŞİŞLERİ SÖZCÜLÜĞÜ
Kendime ters gelen şeyler de söyledim
Gazetecilerin hepsi benim dostumdur. Genel yayın yönetmeninden muhabirine kadar hiçbirini diğerinden ayırt etmedim. Sözcülüğe başlarken “Sizi hiçbir zaman yanıltmayacağım” dedim onlara. Telefonumu hiç kapatmadım. Marc Grossman’ın tavsiyesiydi. Sabaha karşı, gece yarısı ya da sabah kahvaltısında da aradılar. Hamas ziyaretinin olduğu gün iki saatte 163 telefon konuşması yapmıştım. Bu büyük fedakarlığın karşılığını gördüm. Beni sevdiler, güven ilişkisi zedelenmedi. “Çocuklar burasını da görün” ya da “Bu bizi müşkül durumda bırakır” dediğimde dikkat ettiler. Zorlu bir işti basın toplantısını idare etmek. Ama ne soracaklarını hissederdim. Allah vergisi, hiç sinirlenmem. Sinirlenmek kontrolünüzü kaybetmek demektir. Bazen bakış açıma tamamen ters şeyler de söyledim. Çünkü kendimin değil, kurumun sözcüsüydüm.
ALÇAK KOLTUK KRİZİ
Diplomasi tarihine geçti
Danny Ayalon’u eskiden tanıyordum. Türkiye’yi bilen, seven bir insandı. Nasıl bu işi yaptı anlamış değilim. Beni aradığı zaman, “Onu kastetmemiştim, şaka yollu ifadeler kayda alınmış” dedi. “Boş bunlar” dedim. Saat 05.30’du, gün bitiyordu. “Başbakanımız dönecek, Cumhurbaşkanımızı duydun, büyükelçimizi geri çekeceğiz. Bir an evvel mektup yazman gerek. İçinde mutlaka özür lafı olmalı” dedim. Bir saate kadar göndereceğini söyledi. Sonra bir daha aradı. Mektubu kaleme almış. Okumak istedi. “Bana okuma, onaylamak istemem” dedim. Biraz okumaya başladı yine protesto gibi laflar vardı. “Herkes birbirini protesto etti, o bitti. Onları koymayacaksın. Türk halkına da hitap edip özür dileyeceksin” dedim. “Tamam, yapacağım” dedi. Dördüncü kere telefon etti, “Yazdım büyükelçiliğe yolluyorum, sana da yollayacağım” dedi. Yolladı hakikaten. Kriz sona erdi. Diplomasi tarihine geçti. Bir daha görüşmedik.
DIŞİŞLERİ MENSUPLARI
Monşer denmesinden hoşlanmam
Monşer denilmesinden hoşlanmam. Biz de bu toplumda yetiştik. Bu topluma iliştirilmiş bir zümre değiliz. İnsanlar bizi mesela ihtişamlı bir rezidansta görüyorlar. Halbuki orası devlete ait. Bordromuz da kocaman sanılıyor. Babam hep “Oğlum birikim yap” derdi. Annemle Amerika’ya geldi, iki ay kaldı. Elini cebine attırmadım ama yine de 9 bin dolar harcamış. Gidecekleri gün “Oğlum sana hep para biriktir dedim. Bu meslekte para birikmezmiş, gönlüne göre yaşa” dedi.
TANSU ÇİLLER
Espresso makinesi istedi ama hiç içmedi
Üç bakanın, Emre Gönensay, Tansu Çiller ve İsmail Cem’in Özel Kalem Müdürlüğü’nü yaptım. Tansu Hanım iki kere espresso istedi, yoktu. “Bir daha geldiğimde espresso olacak” dedi. Hemen bakanlığa espresso makinesi getirttik. Fakat bir daha hiç espresso istemedi. Kuşburnu falan zaten vardı. Espresso’ları, şimdiki Londra Başkonsolosumuz Bahadır Kaleli içti. Tansu Hanım zamanında 28 Şubat’ı da yaşadık. Zor günlerdi. O gergin günleri hatırlamak dahi istemem.
KARİKATÜR
Toplantılarda çaktırmadan çizerim
Gençliğimde pul koleksiyonum vardı. Bir zamanlar yağlıboya resim de yaptım. Artık halim yok. Bir de karikatür çizerdim, annem birkaçını hâlâ saklar. Çizgim çok iyidir. Bazen sıkıldığım toplantılarda çaktırmadan karikatür çizerim.
ÖZAL’IN UYARISI
Sen bİlİrsİn ama orada Ceyar var
Abu Dabi’deyken Ali Tuygan telefon etti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in özel kalem müdürüydü. “Seni yanıma almayı düşünüyorum” dedi. Çıktık, Ankara’ya geldik. Önce Evren, sonra Özal döneminde Köşk’te çalıştım. Özal, Özel Kalem Müdürlüğü’ne Nabi Şensoy’u getirdi. Ben de yardımcısı oldum. Körfez Savaşı sırasında Köşk’teydim. Tayin zamanım geldiğinde Kaya Toperi, beni Özal’a götürdü. “Uygun görürseniz Amerika’ya gitmek istiyorum” dedim. “Tamam New York’a git” dedi. “Yok efendim New York değil de Washington istiyorum” dedim. “Sen bilirsin ama orada Ceyar var” dedi. Nüzhet Bey’e (Kandemir) Ceyar denirdi. İşte öylece Washington’a gittik, 91 senesinde. Amerika’da tam dört yıl kaldım. Devasa bir ülke. Üretken, yenilikçi, dinamik bir toplum. Orası bana çok şey kattı.
Abdullah Gül
Dışişleri camiasıyla çok iyi çalıştı
Abdullah Gül’ü Dışişleri Bakanlığı’na geldiğinde tanıdım. Sözcü olarak bana inisiyatif verdi. Beraber iyi çalıştık. Bize itimat etti. Ekip gibiydik yakın çevresinde. Bizi hep teşvik eder, “Size yardımcı olmamı istiyorsanız bana söyleyin” derdi. Güçlü bir siyasetçiydi. Özlük haklarımız, bakanlığın fiziki şartları gibi sorunları çözebilecek konumdaydı. Dışişleri camiasıyla çok iyi çalıştı.
EN BÜYÜK AVANTAJIM
Musevi lobisini iyi tanırım
İsmail Cem ile kısa ama çok yakın çalıştık. O gelmeden tayinim Zürih Başkonsolosluğu’na çıkmıştı. Kendisi son dakikada kararnameyi değiştirerek yeniden ABD’ye gitmemi sağladı. Lobi ve PR faaliyetlerinden, sefaretin sözcülüğünden sorumluydum. Ermeni karar tasarısı o zaman Türkiye’nin ağırlığıyla engellendi. Musevi lobisini ilk seferden de tanırdım ama ikinci sefer daha yakın oldum. Toplantılarına katıldım, birlikte ailece zaman geçirdik. Bana güvenirler. O güven olmasaydı son krizde bazı şeyleri yapamayabilirdim. O ilişkileri Büyükelçi olarak İsrail’e gittiğimde geliştirdim. Bu Amerika’ya üçüncü gidişim olacak. Büyükelçi olarak giderken en büyük avantajım orayı tanımam. Gideceğim duyulunca Amerika’daki bir sürü insandan tebrik mesajı geldi.
EŞİM FÜGEN
Askere gitmeden evlendim
Evliliğimiz çok güçlü bir aşk hikayesi olarak başladı. Ben 25, o da 22 yaşındaydı evlendiğimizde. Askere gitmeden önce evlendim. Fügen, renkli, konuşkan, sıcak, sevecen, sosyal bir insandır. Ona çok şey borçluyum. Onsuz birçok şeyi yapamazdım.. Alışkanlıklarım vardır. Mesela elbiselerimin hep düzenli, ütülü, uyumlu olmasını isterim. Şekilciyimdir. Düzensizlikten hoşlanmam. Gelişi güzel koymam hiçbir şeyi. Her şeyin yerini bilirim. Yoksa yaşayamam.
MOSKOVA-ABU DABİ
Eksİ 40’tan artı 50 dereceye
Amirlerim Rıza Türmen ile M.Ali İrtemçelik’ti. “New York’a gidiyorsun” dediler. “Oraya gitmem” dedim. İrtemçelik koltuğun kenarına oturmuştu oradan kaydı, “Sen delirdin mi” dedi. “Orada ev kirası yok, para yok. Moskova’yı istiyorum” dedim. Moskova hep kafamda gizemli bir şehir olarak kalmıştı. Sovyet döneminin çöküşü öncesiydi. Tahsis edilen evin bakıma ihtiyacı vardı. Mutfağın birini kızımıza oda yaparken oradaki boruyu kesip tıpayla kapattım. Gece gümm diye bir ses. Su tazyikle tıpayı atmış. Aşağıdaki polise zor bela anlattım. Adam suyu kesti. Büyükelçiye gittim. “İstifa etmek istiyorum. Istırap çekmeye mi geldim” dedim. Birini görevlendirdi. Onunla çözdük sorunları. Moskova’dan sonra Abu Dabi’ye gittik. Eksi 40’tan artı 50 dereceye! Düşünebiliyor musunuz?