Güncelleme Tarihi:
Son kitabınızdaki teziniz şu: “Hastanelerin, kliniklerin yerine galerilere gitmeli; sanat terapi niyetine kullanılmalı.” Nasıl olacak bu iş?
Sanat, yüzyıllardır dine hizmet ediyordu. Din adamları neyin çizileceğini, ne masaj verileceğini sanatçılara dikte edip durdu. Mesaj hep aynıydı: Kutsal kitaba itaat et. 18’inci yüzyılla beraber sanatçı din zincirlerinden sıyrılıp kendisi için üretmeye başladı ve ortaya o meşhur soru çıktı: Sanatçı bu resimde ne anlatmaya çalışıyor? Tablolar üzerinden insanın ruh halini, farklı duygularını konuşur olduk. Din propagandasından sıyrılan sanat, kendisi için yeni bir misyon edinmeliydi o da kişinin ruh sağlığına iyi gelmesi için çalışmak oldu. Zamanla sanat din adamlarının kollarından sıyrılıp psikologlara hizmet eder oldu.
Galeri gezen insanların suratında genelde “Herhalde çok mühim bir mesajı var ama ben anlamıyorum kesin” ifadesi vardır. Nasıl kurtulacağız o çekinmelerden, tablo karşısında küçülmelerden?
- Kasmayın, bırakın kendinizi. Unutmayın: Doğru bir cevap yok. Siz ne hissederseniz o. Bir tablonun karşısına geçmiş uzaklara dalmışken tablodan sıcak bir duygu gelir. Anlam aramak yerine arada gözlerinizi kapatın ve o sıcaklığın tadına varın. Sanatın en temel görevi insanı iyi hissettirmektir. O duygudan kopmamaya çalışın.
Yine de sanat, toplumun genelinde sanki ulaşılmaz, zor bir alan...
Sanat, modern yaşamda asıl amacından iyice uzaklaştı: İnsanlara yardım etmek. Oysa bir hava atma aracı değil insanlara ve topluma faydası dokunan bir olgu olmalı. Tıpkı müziğin yaptığı gibi kişinin hislerini anlamasına, ifade etmesine yardımcı olmak, insanların gözünde daha ‘kullanılabilir’ olmak. Müzik gayet fonksiyonel, ‘kullanılabilir’ bir şey mesela. Müzikle yatıyor, kalkıyor, sevişiyor, spor yapıyor, çalışıyoruz.
TÜM MÜZELER DEĞİŞMELİ
Ama sanatla değil...
- Kesinlikle. İnsanın sanat konusunda yeteri kadar cesareti yok. Sanattan korkuyoruz. Çok pahalı, çok ürkütücü geliyor. Ulaşılması zor bir fetiş objesi gibi. Her sabah başımıza bir felaket gelme ihtimaliyle uyanıyoruz. İnsan yapısı böyle. En mutlu olanımızın bile yalnızlıkla insanlarla iletişim kurmakla ciddi bir problemi var. Umuda, motivasyona, empatiye, sempatiye en ihtiyacımız olduğu zamanlar bunlar.
İhtiyacımız olan her şey sanatta mı saklı yani?
- Bir örnekle anlatayım: İlişkiye başlamadan evvel kafanda bir ilişki imajı vardır. Filmlerden, romanlardan biriktirdiğin izler kafanda bir ilişki fotoğrafı oluşturmuştur. Mutluluğun karesidir o. Günbatımında el ele yürümeler, mum ışığında yemekler... Hafiftir, pembedir, her santiminden aşk fışkırır. İlişki devam eder, kavgalar başlar, “Hayatımı mahvettin” lafları havada uçuşur ve “Bir dakika, bir dakika... Böyle olmaması gerekiyordu. Fotoğraf bu değildi” dersin. Hayal kırıklıklarına boğulmamak için realiteyi tüm dramatikliğiyle resmedebilen sanatçılar sizin cankurtarıcınız olabilir.
Siz kendinizi kötü hissettiğinizde ne yaparsınız? Bakıp da daldığınız, kendinizi iyi hissettiren bir tablo var mı?
- Kızgınlığınız tavan yapmış, sinirden kuduruyorsanız perspektifi kaybetmişsiniz demektir. Büyük ihtimal sizin için aslında neyin önemli olduğunu unutup birinin söylediği saçma bir lafa takıldınız ya da işlerin ters gitmesinden bıktınız. İşte tam da bu anda kendinizi bir sanat galerisine atın, tablolara boş boş bakın. Bir anlam çıkarmak için kendinizi zorlamayın. Sadece bakın ve yitirdiğiniz perspektif duygusunu kazanmaya bakın. Şu hayatta herkes kendine göre haklı. Başkalarının gözünden hayata bakmayı hep ıskalıyoruz çünkü. Bu açıdan sanat en büyük yardımcımız olabilir.
Ciddi bir müzecilik eleştirisi de var kitapta. Müzelerle alıp veremediğiniz ne?
Hepsi baştan aşağı değişmeli, yeniden yapılanmalı. Belli bir döneme, akıma ya da sanatçıya ev sahipliği yapmalarının insanlara bir faydası yok. Sadece 18’inci yüzyıl sanatını sergileyen bir yere kim, neden, ne kadar sıklıkta gider ki artık? Bu kitapları yazıldığı döneme göre kategorize edip her dönemin kendine ait bir kitabevi olması kadar saçma bir şey.
Yeni müze düzeni nasıl olmalı?
İnsanda bırakacağı hislere göre farklı odalardan oluşmalı. Hayaller odası, mutluluk odası, aşk odası, empati odası gibi...
Aşka dair 12’nci yüzyılda çizilmiş bir resim de dün çekilmiş bir video da aynı alanda, yan yana sergilenmeli mesela.
Türkiye’de barış ‘Seni anlıyorum’dan geçer
Türk insanıyla, gündemiyle uzun yıllardır pek haşir neşirsiniz. Gezi olayları sonrası Türkiye’de artan gerilimi nasıl yorumluyorsunuz?
- Tarih benzer durumlarla dolu. Halkın toleransı azalır, öfkelenir, sokaklara dökülür, ‘değişim’ diye sloganlar atar. Asıl ihtiyaç olan şey taze fikir. Salt öfke bir işe yaramaz, yeni bir lafın, farklı bir fikrin de olmalı. ‘Occupy Wall Street’ (Wall Street’i İşgal Et) protestolarını hatırlayın. Öfkeleri vardı ama yeni fikirleri yoktu. Sadece ses çıkarmakla yetindiler. Öfke bir roketi fırlatacak benzinse; fikir o roketi çalıştıracak kişidir. Türkiye elbet yakında sağlıklı bir ortama kavuşacak. Kime sorsanız Türkiye’nin problemini şak diye söyler size: Denge. Azınlıkla çoğunluk, laikle muhafazakâr, tekseslilikle çok arasındaki denge bozulmuş durumda.
Özgür medya ve medyanın geleceğiyle ilgili sık sık tweet’ler atıyorsunuz ki bugün Türkiye’nin en ciddi problemlerinin başında geliyor...
Hükümet baskısı altında olmayan, özgür medya dünyada bir lüks değil, zorunluluk. Sadece muhalif kesim için değil tüm toplumun yararına bir şey. Türkiye’de hükümetin gazetecilere karşı takındığı tavır, tutuklanmalar, işten atmalar şoke edici. İnsanın aklı almıyor, mantığı çalışmıyor. Tek kelimeyle korkunç. Diktatörlük rejiminin ta kendisi! Özgürlükten bu kadar da korkulmamalı. Karşındaki “Hayatımı kısıtlıyorsun, özgürlüğümü elimden alıyorsun” diyorsa bir oturup “Neden bu insanlar için bu haklar o kadar önemli?” diye sorgulamalısın.
Benzer tutumlarla yönetilen ülkelerle kıyaslama yapacak olursanız...
- O zaman hikâye daha da acıklı olur. Türkiye, doğru bir yoldaydı. Dışarıdan Türkiye’yi izlemek çok sevdiğiniz bir arkadaşınızın tam tüm kötü huylarından arınıp daha iyi birine dönüşeceği anda hepten vazgeçip çok daha huysuz, asabi ve sinirli biri olmasını gözlemlemek gibi. “Yazık” diyorsun içinden. O kadar enerji, o kadar yetenek boşa gitmiş oluyor gözünün önünde.
Gezi’ye destek veren Hollywood şöhretleriyle polemiğe girmek Türkiye’nin imajını ne kadar etkiledi?
‘Dış mihraklar’ lafını fütursuzca kullanmak çok tehlikeli bir durum. Mevzuyu aile içinde halledemiyorsan, aile yakınlarının olaya müdahale etmesi gayet doğal.
PAUL AUSTER’IN TÜRKİYE PROTESTOSU YANLIŞTI
Geçen sene Paul Auster tutuklu gazeteci sayısından ötürü Türkiye’yi protesto etmiş, gelmeyi reddetmiş; Erdoğan ise “Gelmezsen gelme” diye karşılık vermişti. Benzer çıkışlar sizden de gelir mi?
- Bence Auster’ın yaptığı yanlıştı. Zaten tansiyonu yüksek bir ülkede gerilimi daha da tırmandırmanın bir manası yok. Ortada bir haksızlık var ve sen buna dikkat çekmek istiyorsan protesto etmeden, karşısına dikilerek de bunu yapabilirsin. Auster’ın aksine Türkiye’ye gelmeyi tercih ederim. Hatta mümkünse her fırsatta. Gelir, Erdoğan’ın karşısına oturur, “Ülkenizi çok seviyorum ve sadece dinlemek ve konuşmak için buradayım” der, çözüm için birtakım politika teorilerinden bahsederdim. Karı-koca evin farklı köşelerine çekilip birbirine durmadan bağırıyorsa, bir aile dostu olarak “Bu eve bir daha gelmem” demez, aksine iki tarafla da konuşarak ortamı yumuşatmaya çalışırsınız.
Siz nasıl yumuşatmayı planlıyorsunuz bu gergin havayı? Var mı bir planınız?
Anahtar kelime: Anlıyorum. İki tarafı da dinlemeli ve karşılığında “Seni çok iyi anlıyorum” diyerek konuşmaya başlamalı. Tansiyonu düşürüp uzlaşmaya başlamak “Seni çok iyi anlıyorum”lardan geçer. Şu ana kadar ağzından böyle bir cümle çıkmış bir Türk politikacı, düşünür duymadım. Muhafazakârlar canavar değiller, sadece birtakım inançları var. Keza laik kesim de öyle. Türkiye’nin şu an asıl ihtiyacı olan şey her iki kesime de eşit mesafede durabilen, politika teorisini ve tarihi çok iyi bilen entelektüel bir grup. Acilen böyle bir grup oluşturulmalı.
Türkiye için fazla umutlu ve iyimser bir haliniz var...
Belli ki kısa vadede çözülecek bir durum değil. Bunun farkındayım ama umudu canlı tutmak lazım. Tek yol bu.
Oyuncuların koleksiyonerlik merakı maalesef trajikomik
Türkiye’nin sanatına ne kadar hâkimsiniz?
- Modern sanatına dair pek bir fikrim yok. Derinlemesine inceleyecek vaktim olmadı henüz. Eski tablolara daha hâkimim.
Türkiye’de zengin kesimle beraber sanat alıcısının profili de değişiyor. Yeni alıcılar, sanat çehresini nasıl etkiler?
- Sanat alımına ve sanat alıcısına yüklenen prestiji abartılı buluyorum. Koleksiyonerler hakkında konuşmak gereksiz. Gerçek koleksiyonerler sanatçıdan rol çalmaz, kendini ortalara atmaz, sessiz sedasız tutkusunun peşinden gider zaten.
Koleksiyonerliği pek ciddiye almıyorsunuz sanki...
- Büyütülecek durum yok ortada.
Hiç mi faydaları yok topluma?
- Var tabii. Prestij ve güç, öldürdüğün insan sayısıyla değil koleksiyonundaki tablo sayısıyla ölçülüyorsa bu gelişmiş, modern bir toplumda yaşadığımıza dair bir işaret.
Diğer yandan Miami’deki Art Basel’dan İstanbul’daki Contemporary İstanbul’a dünyanın her yerinde sanat fuarlarında başroldeki ünlü oyuncuların, şöhretli isimlerin sayısı artıyor...
- Bu durumun sanatla, sanatı sevmekle hiçbir ilgisi yok. Komik, hatta trajikomik bir sahne sanki! Nasıl bankalar kimin, neye, ne kadar yatırım yapacağı konusunda bir karar mercii ise sanatta da aynı şey olmalı.
Önemli çağdaş Türk resimlerinin çoğu Türk koleksiyonerlerinin elinde. Sizce neden? Uluslararası piyasada Türk resimlerine hiç mi rağbet yok?
- Bazen tabloların ülke sınırları içinde kalması iyi bir şeydir. Prestij olsun diye ille de Batı’nın gözüne sokulmamalı. Evet, kapitalist düzende herkes birbirine bir şeyler satabilir. Ama hayatta bazı şeyler ‘paha biçilemez’ olmalı. Büyükannenizden yadigâr eşyalar gibi. Bazen toplum bir adım öne çıkıp “Bu satılık değildir. Kamuya aittir” demeli, kimliğini korumak adına bazı eserleri kendisi satın almalı, sahip çıkmalı ve gurur duymalı!
Sanatın pahalılaşması neye alamet?
Son yıllarda tabloların ne kadar da fahiş fiyatlara gittiğine bakıp “Sanat pazarı büyüyor, sanat dünyası iyiye gidiyor” gibi bir çıkarım yapmak çok saçma. Bu, sadece zengin insanların yeni obsesyonu olan ‘orijinallik’ merakının vardığı son noktayı gösteriyor. Yeni zenginlerde anlaşılmayan bir orijinallik tutkusu var. Orijinal filanca tablosunu görmek için dünyanın öbür ucuna gitmeler, milyon dolarlık tablolar satın almalar...
Müzelerin hediyelik dükkânları neden daha kalabalık?
Düşünün, bir restoranda önüne kocaman lezzetli bir kek geliyor ve sana “Yemek, dokunmak, satın almak yasak. Sadece izle” deniyor. Oysa müzede gördüğünüz her şeyi, farklı formlarda yeniden üretebilecek teknolojiye sahibiz. Hediyelik eşya mağazaları çok önemli! Silgi, kalem ya da kartpostal fark etmez, sergiyle ilintili herhangi bir objeyi alıp evinize götürebiliyorsunuz. Sıradan bir kalem değil o, aynı zamanda serginin sizde bıraktığı o iyi duyguyu temsil ediyor.
Hayat okulu İstanbul’a geliyor
The School of Life (Hayat Okulu) Londra’da Alain de Botton öncülüğünde ‘gündelik yaşam için parlak fikirler’ sloganıyla yola çıkmış, iş hayatından mutluluğa, felsefeden sosyalleşmeye, cinsellikten psikolojiye çeşitli konularda seminerlerin verildiği, aktivitelerin gerçekleştirildiği bir kurum. De Botton’un Türk okurlarına bir de sürprizi var: School of Life Istanbul. “Evet, 2014’te İstanbul’da School of Life açacağız. Londra dışında açacağımız ilk School of Life olacak. Lisanslar alındı, lokal ortaklarla imzalar atıldı, tüm altyapı hazırlıkları tamam. Daha fazla detay vermem sözleşmeler gereği şimdilik yasak.” De Botton, nerede açılacağına ve eğitmen olarak kimlerin yer alacağına dair şimdilik tek laf etmese de içeriğin Londra’dakiyle hemen hemen aynı olacağını çıtlatıyor. Londra’da bu dönem açılan dersler arasında ‘Nasıl sakin kalınır?’, ‘Nasıl ‘cool’ olunur?’, ‘Nasıl tek başına daha kaliteli zaman geçirilir?’, ‘Nasıl daha iyi sohbet edilir?’ ve ‘Aşkınızı nasıl diri tutarsınız?’ da var.