Güncelleme Tarihi:
Serdar Bey,
32 yaşındayım. Babamı hiç tanımadım, ben iki yaşındayken ölmüş. Annemi de iki yıl önce kaybettim. Uzun ve yıpratıcı bir hastalıktan sonra bırakıp gitti. Yalnız koydu gitti, çünkü ben onun tek çocuğuydum, anasıydım, babasıydım, kardeşiydim. Bildim bileli hastaydı annem. Öğrencilik yıllarında okuldan döner, ona bakardım. Evlenemedim. Annemi ne bırakabilirdim, ne başına bir erkek getirebilirdim. İki başımıza yaşıyıp gideceğiz derken hastalandı. Üç sene çekti. Ve bir melek gibi ellerimin arasından kayıp gitti. Bir melek gibi. Onu özlüyorum. Çok özlüyorum. Şimdi olsa, bütün bunları ona anlatazdım çünkü yaşamazdım...
İki senedir yalnızım. Yani...
İlk defa bir erkeğe ilgi duydum. Arkadaşlarım beni zorla bir iki gece çıkardılar, galiba bir oyun oynadılar, beni onunla tanıştırdılar. Önce bir erkekle olmak fikri bile bir garip geldi bana, sonra yavaş yavaş kabullenebildim. Ve fark ettim ki, onu giderek sevdim. Önceleri sadece bir gezinti arkadaşıydı, birlikte sinemaya gideceğimiz, bir kafede oturup okuduğumuz bir kitaptan, gördüğümüz bir filmden bahsedeceğimiz bir arkadaştı. O kadar. Aşık olmadım. Ama yavaş yavaş sevdim. Onu daha çok görmek istediğimi, daha bir sık düşünmeye başladığımı fark ettim. İş çıkışı onu bekliyordum. Dedikodu olmasın diye (ne kadar da aptalmışım!) iki sokak ötede buluşuyorduk. Bir yerde oturup birşeyler yiyor, soğuk ama güneşli kış günlerinde Sahilyolu’nda, bazen kolkola, hiç konuşmadan yürüyorduk.
O kadar...
Birbirimize dokunmadık bile. Birbirimize bir sevgi sözcüğü bile söylemedik bir kere. Birbirimizin gözünün içine, ta kalbinin derinliklerini bakıp gülümsemek yetiyordu bize.
Bana...
Yanlış hayaller kurmamaya zorladım hep kendimi. Fazlasını beklememeye, istememeye...
Bu kadar mutluluk bile çoktu benim için. Carım niye çok olsun, bi arabeskleştim birden, çok değildi, alışılmamıştı, beklenmedikti... Bi hoştu!
Derken birgün...
Birgün ses seda kesildi. Bir daha aramadı beni. Bir daha cep telefonuma, günün öyle kel âlâka bir saatinde J)) diye mesaj atmaz oldu.
Yani resmen yok oldu!
Gülmeyin ne olur. Ölüp kalmadığını biliyorum tabii ki... O kadar da salak değilim di mi?
Yooo, birden, öyle, durup dururken, bir şey demeden, bir By! demeden, bahane olsun diye bir kavga bile etmeden...
Bir rüya mıydı diye düşünüyorum şimdi biliyor musun (affedersin Serdar, bu kadar içimi döktükten sonra artık ‘Serdar Bey; siz...’ diyemedim.) Acaba güzel bir rüya mı gördüm? Hani insan sabah uyandığında, damağında mı dimağında mi bir hoş tat hisseder, bilir ki güzel bir rüyanın silinip giden, gözlerini yumsan da flulaşan hayalidir bu...
Ama bir rüyadır sonuçta... Rüya olduğunu bile bile...
Kaç gece onu gözümün önüne getirerek daldım uykuya. Belki rüyayı da bir ucundan, bir kenarından yakalarım diye...
Ne bileyim ben...
Aptallık bu ya, “Delirdin mi?” diye soracağım.
Gocundum, incindim... Ona değil kendime kızdım. Aptal! Sen hayatında kaç kişi tanıdın ki, adam gibi adamı seçebiliceksin a aptal kız... Kız kurusu n’olacak.
Ondan nefret ediyorum Serdar!
Senden de nefret ediyorum.
Bütün erkeklerden nefret ediyorum.
*
“Öz Serdar Abi” diye başlık attım bu yazıya kusura bakma. Hafife almak için değildi. “De-dramatize” etmek içindi, hepsi bu. (Artık ben yazıyorum şu anda, ben, Serdar!)
Bir başka gazetede adı benimkine benzer bir yazar daha varmış, o da bazen böyle Serdar Amca imzasıyla gönül yaralarına, aklı karışanlara derman oluyormuş da, ondan...
Gözde, (niye sana Gözde dedim ki, niye böyle bir isim uygun gördüm ki acaba! Öyle olsun bakalım...)
Yazdıklarını okudum. Sadece, “başını omzuna koyup ağlayacak” birine ihtiyacın var anladığım kadarıyla. Oğlum küçüktü, 3-4 yaşında. Yuvada bir piyes sahneye koymuşlar, benim sarı kafam da külot lastiğiyla kafasına tutturulmuş sivri burnuyla, kulaklarıyla fare rolündeydi. Birden herkesin önüne çıkınca, ön sıralarda da babasını, dedesini görünce rolü molü unuttu, bana koştu, sahneden aşağıya boynuma sarıldı, kulağı bir yanda, burnu öte yanda, salya sümük ağlamaya başladı... Sonradan bu pozisyonda bir fotoğrafımızı gördüğünde, o tarihte yaşı 60’a yaklaşan ve 15-16 yıl önce kaybettiği babasını bir gün bile unutmayan babamın söyledikleriri hiç unutmadım: “İnsanın omzunda ağlayacağı bir babası olması ne nimettir!” Biliyorum, biliyorum ve o nimetten biraz daha faydalanabilmek için sabah akşam dua ediyorum!
... Beni de duygusallaştırdın, lafımın kıçını başını şaşırdım senin yüzünden.
Yazdıklarını okudum. Sadece, “başını omzuna koyup ağlayacak” birine ihtiyacın var anladığım kadarıyla, yoksa bana bir şey sorduğun, bir fikir danıştığın yok...
Senin yerinde olsam ne yapardım, diye düşündüm.
Hayır, ben de senin gibi arayıp, peşinden koşup “Ne oldu sana büle?” diye sormazdım.
“Bir daha gönül koyacağın insanları daha iyi tanı” da demeyeceğim (Belki baban sağ olsaydı böyle söylerdi), demeyeceğim çünkü bu konuda benim de pek iddialı olduğum söylenemez. Bu yaştan sonra da öğrenecek halim ve vaktim yok herhalde.
Yıllar var ki, Gözde, insanları iyi veya kötü diye, gönül koymaya değer veya değmez diye katogorize etmiyorum. (Bu laf da MFÖ’nündü değil mi?)
Nasılsa tutturamıyorum çünkü ...
Artık Allah’a havale ediyorum insanları. Madem o yaratmış, öyleyse kötü yarattıklarıyla da o uğraşsın. Kimsenin kalbini okuyamayacağıma göre, gerçekten sevdiklerim, “kendi insanlarım” (ki o imtihanı çoktan başarıyla geçmişler) hariç, gerisi hikaye...
Gönül koymaya değmez. Bir şey beklemezsen, yanılmazsın.
Hayal kırıklığı yaşamazsın. (Bu arada “yeniden başlat” düğmesine basmışım, Soprano Eva Marton’un sesinden Alfredo Catalani’nin La Wally - Ne andro lontana’sını beşinci defa dinliyormuşum, ulan ne uzun parçaymış diyordum ben de...)
Son cümleni çıkardım yazıdan, beddua etttiğin cümleyi.
Ne hayır dua et ne beddua Gözde Hanım! Dedim ya böylelerini Allah’a emanet et. Sadece “Allah gönlüne göre versin!” de yeter. Kalbi temizse hayır duadır, selamsız arkadaşın gibiyse, bedduadır. Herkesin gönlüne göre versin, gönlüne göre alsın! Muhakkak ki ölçüsünü ve doğrusunu senden benden iyi bilir.
“Ömrümüzün sonunda fark ederiz ki, avuçlarımızı dolduran, aldıklarımız değil, verdiklerimizdir!” derler ya...
Üzülmeye değmez!
S.