1984’te kendi markasını kurdu. İngiliz basınında Turkish Delight başlıkları belki de ilk onun için atıldı. İngiltere ve İtalya tarafından desteklendi. Türkiye onu sadece izledi, biraz alkışladı. Kırgın değil, asla sitem etmiyor. Hatta "Ben buradan sürgün edilmedim ki. Kendi isteğimle gittim" diyor. Sözlükte mütevazı kelimesinin karşısına ismini rahat rahat yazabilirsiniz. Hayatta isteklerinden çoğunu gerçekleştiren birinin yüz ifadesi nasıl olur diye merak ediyorsanız, Rıfat Özbek’e bakmanız yeterli...
Yağmurlu bir Londra günü atölyesinde çalışırken telefonu çaldı. Arayan İngiliz Vogue dergisinin editörlerinden, Saray’ın moda danışmanlığını da yapan Anna Harvey’di: "Rıfat, Prenses Diana bir dergide tasarımlarını görmüş. Çok beğenmiş, tanışmak istiyor."
Önce kulaklarına inanamadı. Dili, damağı kuruduğu için konuşmakta zorlandı ama çabuk toparlanıp ertesi güne randevu verdi. Ertesi gün atölyede bayram havası esiyordu. Diana’nın oturacağı koltuk, ikram edilecekler özenle hazırlanmıştı. Kapı çaldı, geldiler. Yardımcıları Diana’ya ne içeceğini sordu. Prensesten gergin ortamı bir anda dağıtan bir yanıt geldi: "Sodalı su ve kahve alabilir miyim? Dün gece eğlenmeye çıktık, çok içtik, biraz başım ağrıyor da..."
Rıfat Özbek, Prenses Diana’nın turkuaz üzerine ay-yıldız işli ceketi beğendiğini ve onu almak için geldiğini sanıyordu. Bir süre sonra yanıldığını anladı. Ceket Diana’nın bahanesiydi. O dergide gördüğü seksi kırmızı elbiseyi istiyordu. "Çok transparan olduğu için doğrudan onu almaya geliyorum diyemedim. Ceketi bahane ettim. Elbiseyi arkadaşlarımın arasında evde giyerim" dedi, öyle de yaptı. Herkes Diana’nın turkuaz ceketini gördü, kırmızı elbiseden kimsenin haberi olmadı.
Yıl 1986’ydı. Özbek dördüncü koleksiyonunu piyasa çıkarmıştı. Diana ilk ünlü müşterisiydi. Sonraki yıllarda arkası gelecek, Madonna’dan, Diana Ross’a, Janet Jackson’dan, Cher’e kadar bütün ünlüler en az bir kez Rıfat Özbek giyecekti.
BÜYÜK BÜYÜK DAYI ABDÜLHAK HAMİD
Annesi Melike Pekiş ve babası İsmet Özbek, Yeniköy’de yalı komşusuydu. Soylu, varlıklı ailelerden geliyorlardı. Melike Hanım’ın Saraybosna göçmeni babası Mehmet Rıfat Pekiş, ipekçiliğin yanı sıra resimle ilgilenmişti. Kızları Melike, Yüksel, Cenap’a iyi bir koleksiyon miras bıraktı.
İsmet Bey’in babası Azerbeycan Bakü hanlarından İskenderhan, annesi Pirizade Ailesi’nden Sare Pirioğlu’ydu. Hz. Muhammed’in soyundan gelen Sare Hanım "gelorum, gidorum, öporum" diye konuşur, torunu Rıfat’a "Paşa Bey" derdi. Mehmet Barlas’ın tanımıyla: "Kristal kahkahalı, sarı peruklu bir masal saraylısı"ydı.
Pirizade Ailesi Osmanlı Devleti’ne üç şeyhülislam vermiş ulema ailesiydi. Sayısız devlet adamı, bilgin yetiştirmişti. "Şair-i Azam Abdülhak Hamid Tarhan büyük büyük dayım. Eşi Fatma Hanım’ın ölümü üzerine 1886’da yazdığı ağıt Makber’de ailesine şöyle der: ’Pirizadedir nam-ı şan-ı, 500 yıllıktır hanedanı.’ Paris, Londra ve Hindistan’da konsolosluklarda görev yaptı. Biri Paris’te Lüsiyen adlı Fransız hanım olmak üzere dört kez evlendi. Mütareke yıllarında gittiği Viyana’dan Cumhuriyet’in ilanından sonra döndü. 1928’de İstanbul milletvekili seçildi."
İsmet Özbek hayatı boyunca birçok işle ilgilendi. Bir ara Ankara Palas’ı işletti, uzun yıllar ticaret yaptı. Haşimi Ürdün Krallığı Türkiye Fahri Konsolosu’ydu. Melike Hanım’la evlendikten sonra üç oğulları oldu: Rıfat, Mithat ve Murat. Murat’ı talihsiz bir ev kazasında kaybettiler.
İlk çocukları Rıfat, 8 Kasım 1953’te Nişantaşı Pakize Tarzi Kliniği’nde doğdu. Çift o yıllarda Nişantaşı’nda, Yekta restoranın bulunduğu, içi silme mavi çini kaplı apartmanının en üst katında oturuyordu. "Hayatım boyunca o çinilerin güzelliğini unutamadım. Ne zaman çocukluğum aklıma gelse doğduğum apartman gözümün önünde belirir. Lobisi, merdivenleri inanılmaz güzeldi."
Kışları Nişantaşı’nda yazları Bostancı’da geçirdiler. Büyükbabası vefat edince Yeniköy’deki yalıya taşındılar. Rıfat ilkokula Yeniköy İlkokulu’nda başladı. Güzel şeylere meraklı, yaramaz bir çocuktu. Her tür oyuncağı olmasına rağmen Arap bebeğini yanından hiç ayırmazdı. Yeniköy’deki yalı kadınlarla doluydu. Tarz sahibi, kolej mezunu, İngilizce konuşan, moda mecmualarına meraklı kadınlar. Annesi, teyzeleri, teyzelerinin kızları... Kuzenleri Zeynep Fadıllıoğlu ve kardeşi Aslı’yla birlikte büyüdü: "Çocukken onları kardeşim zannederdim. O zamanlar farkı anlamıyorduk."
LONDRA’DA ÖNCE KULAĞINI DELDİRDİ
Ortaokul ve liseyi Işık Lisesi’nde bitirdi. Aklı erdiği ilk günden beri mimar olmak istiyordu. İngiltere’ye mimari öğretimine gitti. 16 yaşında ve çok cesurdu. Londra’ya iner inmez ilk iş, kulaklarını deldirdi. Çünkü o yıllarda "Cemiyete aykırı ne yapabilirim" diyerek dolaşıyordu. 1969 yılıydı. Erkeklerin kulak deldirmesi Londra’da bile marjinal bir tavırdı. "Birinde gördüm, değişik geldi. Gidip, deldirdim. Ne olacağım o yıllardan belliymiş."
Mimarlık fakültesi Liverpool’daydı. Üç yıl sonra şehirden sıkıldı, Londra’ya gelmenin yollarını aramaya başladı. O yaz tatilini İstanbul’da Cemil İpekçi’nin atölyesinde geçirdi. Kendi deyimiyle, içindeki moda aşkını Cemil İpekçi ortaya çıkardı. Yaz sonu kararını vermişti. Moda tasarımı okuyacaktı.
Babası onay verdi: "Git, iyi bir okul bul, kaydını yaptır." En iyisini buldu. Central Saint Martins College of Art and Design’a kayıt yaptırdı. Ve daha ilk günlerde kararını verdi. "Aradığım budur" dedi.
İftihar derecesiyle mezun olduğu bu okul sayesinde İngiltere’deki moda camiasına ve medyaya kendini tanıttı. Mezuniyet defilesinde tasarladığı şapkalar büyük sükse yarattı. Sunday Times’ın moda yazarı şapkaları alıp Karl Lagerfeld’e götürdü. Lagerfeld o dönemde Chloe için tasarım yapıyordu ve şapkaları koleksiyonuna ekledi: "Okul bana çok fırsat yarattı ama okumadan da moda yapabilen çok insan tanıyorum. Bence eğitim şart değil."
İLK PARASINI VAKKO’DAN KAZANDI Mezun olduğunda 24 yaşındaydı. Onunla ilgilenen ilk firma Vakko oldu. Vitali Bey o yıllarda yurtdışına açılmanın hesaplarını yapıyordu. Rıfat Özbek’ten Londra için bir koleksiyon tasarlamasını ve defile yapmasını istedi. Muhteşem bir koleksiyon, muhteşem bir defile hazırladı. İngiliz basını Vakko ve Rıfat Özbek’le yakından ilgilendi. Ama arkası gelmedi. "Vakko Türkiye’ye geri döndü. Yurtdışına açılmak için çok büyük para yatırmak gerektiğini anladılar. Vazgeçtiler. Fakat bana çok büyük faydası oldu. Türkiye’ye dönmeme kararı verdim. Çünkü özgür ve mutlu bir hayat yaşıyordum. Çalışma izni almak için Monsoon firmasına girdim. 4 sene onlar için çalıştım."
O dört yılın ardından babasının İsviçre’deki arkadaşı, Pakistanlı bir işadamının desteği ile kendi markasını kurdu. Yıl 1984. İlk koleksiyonunu ailesinin Londra’daki evinin salonunda yaptığı defile ile tanıttı. Önemli alıcılar ve basın davetliydi. 14 parçalık koleksiyonu tek manken sundu. Umduğunun üzerinde sipariş aldı.
İkinci ve üçüncü koleksiyonunda ay-yıldız desenini kullanmaya başladı. Etnik öğeler kullanmaya, her koleksiyonda farklı bir kültür keşfetmeye beşinci koleksiyonundan sonra başladı. İlk gençlik yıllarında Anadolu’ya yaptığı seyahatler, hafızasına kazınan renklerdi ilham kaynağı. Daha doğuda daha batıda daha kuzeyde daha güneyde başka başka renkler bulacağına inanıyordu. Buluyordu da.
1988’de ve 1993’te İngiltere’de yılın tasarımcısı seçildi. 1990’da iki parfüm piyasaya çıktı: Özbek, Özbek 1001. Marka olmanın gerektirdiğini yapıyordu. Profesyonel bir ekibi vardı. Pakistanlı işadamından beş sene sonra ayrılmıştı. 1989’da markayı Moschino, Alberta Ferretti, Jean Paul Gaultier ve Pollini gibi markaların da sahibi AEFFE satın almıştı.
ÇAPA YAPMAK İSTEDİ İŞİ BIRAKTI
2000’li yıllarda yavaşladı. Yaptığı iş keyif vermemeye başladı. "Koleksiyonların biri biterken diğeri başlıyordu. Sinir krizi geçirecek hale gelmiştim. Yaşım ilerlemişti. Bırakma kararı verdim. Köşeme çekilip düşünecektim, hálá moda yapıp yapmak istemediğimi sorgulayacaktım."
Bu kararı verirken hiç tedirgin değildi. Egosunu kontrol altına almayı iyi beceriyordu. "Artık öyle bir yere gelmişim ki tanışacağım herkesle tanışmışım, onunla da partiye gitmişim, bununla da içki içmişim, manşet de olmuşum, telefonlarım da kitlenmiş, doymuşum yani" diyordu. İçinden sadece bahçeye çıkıp çapa yapmak geliyordu. İstediği zaman geri dönebileceğini biliyordu. Aç ve parasız kalma riski yoktu.
Bodrum’a yerleşti. Yalıkavak’ta dağ başında, gözlerden uzak bir ev aldı. Eviyle uğraştı. Sıkılmaya başlayınca Londra’ya gidip insan hakları konusunda eğitim almayı düşündü. Başvurduğu kurumlar "Sizin eğitim almanıza gerek yok, ünlü birisiniz biz sizi kullanalım" deyince vazgeçti.
2004’te AEFFE’den aradılar. "Bir ayakkabı markası olan Pollini’nin hazır giyim koleksiyonu piyasaya çıkacak, çizer misin" diye sordular. Kabul etti ama kurallarını baştan koydu: Yılda sadece iki koleksiyon ve parça sayısı az olacak. Şimdiye kadar dört koleksiyon hazırladı.
Pollini başarısı ona modanın Oscar’ı kabul edilen ödülü getirdi. "La More" Oscar della Moda 2006 ödüllerinde "bir İtalyan markasına ait en iyi yabancı stilist" seçildi. "Ödüle sevindim o kadar. Daha fazla bir anlamı yok. Ödül kazanmak için çalışmadım hiç."
Kariyeri boyunca dünya basınında onu öven çok sayıda
haber, makale yayımlandı. "Turkish delight" başlıkları belki de ilk onun için atıldı. Rıfat Özbek’i en iyi tanımlayan başlık ise "Oz Büyücüsü"ydü. Özbek’i Oz diye kısaltan İngilizler onun bir büyücü olduğu konusunda hemfikir. Katılmamak mümkün mü?