Güncelleme Tarihi:
Daha 3 - 5 ay öncesine kadar, ‘gitmenin’ tehlikeli sayıldığı 3700 nüfusluk küçük bir ilçe Ovacık. Tunceli merkezine 65 kilometre uzaklıkta. Munzur Nehri’nin yanından, dar ve koyu yeşil bir vadiden geçilerek, ulaşılıyor. Yol, kısa zaman önce 4 saatte geçilebiliyormuş. Bir PKK, bir memleket askeri yolu kesiyor, kimlik kontrolü yapıyor, ulaşım eziyete dönüşüyormuş.
Biz, ‘süreç zamanı’ yolcularıyız: Ovacık’a varmamız 1 saat sürmüyor. İlk iş, ilçenin en iyi oteline kapağı atıyoruz: Doğa Turistik Oteli. Zaten iki tesis var. Doğa’da iki kişilik odanın pazarlıksız fiyatı 70 TL.
Ovacık, adı gibi: Munzur ve Mercan Dağları’na sırtını vermiş küçük ama verimli bir ova. Anadolu’nun hiçbir yerinde, bu küçüklükte bir ilçede rastlanmayacak bir canlılık var. Kadınlı - erkekli gece saat 24.00’e kadar girilebilen 4 tane birahane; ki birisi kendisine ‘pub’ diyor. Birahane ve ilçe kahvehaneleri ile 5 lokantada 10 yıldır sigara içilmiyormuş. Bir Ovacıklı “biz hükümetten önce, esnaf kararıyla yasakladık” diyor gururla.
ENVAİ ÇEŞİT YÜRÜYÜŞ MALZEMESİ
Bu küçük ilçede, bazı Tekel bayileri çok özel. Mesela çarşıdaki Doğanay Tekel Bayii’nde, yürüyüş ayakkabılarından yürüme batonlarına, 200 metre aydınlatma mesafeli el fenerinden suya dayanıklı gocuklara, şapkalara kadar her şeyi bulabilirsiniz. 3700 nüfuslu bir ilçede, bu yürüyüş malzemelerine neden gerek duyuluyor mu dediniz? Evet, biz gidene kadar, Ovacık’a yürüyüş yapmaya giden pek olmamış. Ama ‘dağdakiler’, her zaman bu tür malzemelere müşteriydi.
Heveslenip, Doğanay’dan Mekap alıyorum. 1 yıldır zam görmemiş; 25 TL. İki rengi var: siyah ve kahverengi. Dağdakiler en çok ikincisini tercih edermiş. Ben de bunu seçiyorum. İlk gün Mercan Vadisi’ne yaptığımız uzun yolculukta yürüyüş ayakkabılarım ıslanınca, ertesi gün Mekap’ları çekiyorum ayağıma. Denemiş birisi olarak şunları söyleyebilirim: Tabanları çok yüksek. Evet, dağdaki bayırdaki çakıllar ayağınıza pek batmıyor ama bu ayakkabıyla bilek burkma riski çok yüksek. Feci terletiyor, koku yapıyor...
YERALTINDAN FIŞKIRIYOR
Munzur’da planımız şöyle: İlk gün, Mercan Vadisinde, Mercan gözelerine yürüyeceğiz. İkinci gün, Akkoyunlu geleneğini yaşatan köy mezarlıklarını dolaşıp, terslale aradıktan sonra, Munzur gözelerine geçeceğiz. Üçüncü gün ise istikamet Kırk Merdiven şelaleri.
Ovacık’ın dar ovası, Munzur ve Mercan dağlarına sırtını vermiş. Bu dağlar, geçilmez bir kale duvarı gibi, ilçeyi Erzincan’dan ayırıyor. Hani dağlar olmasa, araları yürüyüş mesafesi. Dağların adlarını verdikleri Munzur ve Mercan dereleri ise derin vadiler oluşturuyor. Sonra bu derelerden daha küçük olanı Mercan; Ovacık – Tunceli karayolu üzerinde Munzur ile birleşiyor.
Hem Munzur hem de Mercan, sayıları 40’arla ifade edilen noktadan doğuyor. Bu kaynaklara, Tunceli’de ‘göze’ deniyor. Dağın yamacında, kayaların arasından, süt gibi köpürerek yeryüzüne çıkan sular, koca dereleri oluşturuyor.
İBADET VE PİKNİK
Munzur gözeleri, hem bir piknik alanı hem de aslında dini bir mekân. Son derece doğal bir ortam iken, son yıllarda betonla “güzelleştirilmiş”. Gözelerin girişinde, dilek mumları satılıyor, dua ediliyor, kurbanlar kesiliyor, adaklar adanıyor. Onların yanı başında ise rakılı - şaraplı, eğlenen piknikçiler var. Yani gözeler kimilerince dinsel, kimilerince piknik mekânı. Çoğunlukla barış içindeler, zaman zaman birlik bozuluyormuş: Gözeleri dinsel mekan sayan Alevi kardeşlerimiz, uluorta alkol alıp, mangal yapan piknikçilerin rahat tavırlarından rahatsız olabiliyorlarmış.
Gözelere giderken, bir iddiaya giriliyor: Suya elini sokup 30 saniye içerisinde tutabilene, aşk olsun… Hakikaten 45 saniyeden fazlasına dayanan pek yok. Ben ise hafif alkolün cesaretiyle, mayomu giyip kendimi suya atıyorum. Ve alkıııış!
Gözelerin doğuşu Munzur Baba efsanesine konu olmuş: Bir pir varmış, onun da tek kızı. Kız ölmüş. Dede birkaç gün üst üste onu rüyasında görmüş. Kızı, “Baba” dermiş “Benim mezarımı aç. Bir emanet var, onu al.” Bunun üzerine karar verilip mezar açılmış. Kızın tabutunda bir çocuk şahadet parmağını emmekteymiş. Almışlar, adını Munzur koymuşlar.
Çocuk 7 yaşına gelmiş ve Ovacık’ta ağanın çobanı olmuş. Ağa hacca gitmiş. Bir gün çocuk hanımına gitmiş ve “ağamın canı sıcak helva istedi; yap da götüreyim” demiş. Kadın, çobanın helva istediğini, bu yolla dile getirdiğini düşünmüş. Pişirip vermiş. O sırada ağa hacda namaz kılmaktaymış ve hakikaten de canı helva çekmekteymiş. Sağa selam verirken bir de bakmış ki elinde bohça ile Munzur. Elindekini ağasına uzatmış. Ağa hayretle bir şeyler söylemek için başını çevirdiğinde Munzur kaybolmuş.
Dönüşünde herkes ağayı hediyeyle karşılamış. Munzur, başka hediyesi olmadığından, bir çanağa süt sağmış. Ağa onu görünce “Asıl hacı Munzur’dur. Onun eli öpülmeli, önce ben öpeceğim” deyip çocuğa koşmuş. O koşmuş, Munzur kaçmış. Arkadan da ahali gelmekte. Munzur, şöyle söylenirmiş: “Yıllarca ekmeğinle, aşınla büyüdüm. Elimi nasıl öpersin!”
Munzur Nehri’nin çıktığı yere geldiklerinde çocuğun elindeki çanak düşmüş, sütün döküldüğü yerde, süt gibi bembeyaz su fışkırmış. Munzur kırk adım daha atmış. Fışkıran bu sulardan bir ırmak meydana gelmiş. Arkasından koşanlar sudan öteye geçememiş. Çocuk dağlarda kaybolup gitmiş.
Lalenin tersini aradık, bulamadık
Bizi Ovacık’ta Ahmet Kıl gezdirdi. Eğer olur da Ovacık’a giderseniz, Ahmet Kıl’ı bulmanızı tavsiye ederim. “Ahmet abi” diye tanınan arkadaşımızın, ilginç bir özelliği var: Dağda, ot adına ne varsa, hepsini ağzına atıp bir tadına bakıyor. “Bu zehirli olur, şu acıdır” gibi bir korkusu yok: Her otu ağzında bir deneyerek, o otla ilgili hükmünü veriyor.
Kırk Merdiven Şelaleri, 7 tane. Şelalelere gidebilmek için, Ovacık’tan yaklaşık 5 kilometre sonra araçtan inip, yaya olarak 8 kilometre kadar yürümek gerekiyor. Mayısta (Temmuza kadar kalıyormuş), dağların arasındaki kar birikintileri üzerinde kayarak düzce sayılabilecek ama çok çakıllı yolda, 3 saatlik bir yürüyüşle, şelalelere varıyoruz. Vadi, yalçın kayalıklarla sarmalanmış; şelaleler o kayaların içerisinden ve hayli yüksekten görülmeye değer manzaralar oluşturarak düşüyor. Şelalelerden biri, düştüğü yerde ortadan kayboluyor: Nereye gittiği meçhul.
Terslaleler, Hakkâri’ye özgü çiçekler. Ama nasıl olduysa, bu coğrafyada da görülmeye başlamışlar. Daha çok 3 bin metrelik yüksekliklerde tarlaları olduğu söyleniyor. Biz, her gördüğümüz kırmızı çiçeğe ters- lale diye koşturduk ama; düz dağ lalelerinden başkasını bulamadık.
10 kişilik bir gezginler grubu olarak Tunceli haydi neyse de, Ovacık’a giderken biraz tırsmadık desek, yalan olur. Ama gitmiş – görmüş biri olarak şunu şimdi rahatlıkla yazabilirim: Rahat olun!
Fatma Ana’nın sodyumlu çeşmesi
Tunceli - Ovacık yolunda, ilk molamız Alevilerin kutsal mekânı Ana Fatma çeşmesi. Munzur’un yanında. Suyu, sodyumlu; maden suyu tadında; lezzetsiz. Mumlar, adak ağaçlarıyla süslenmiş. Ana Fatma, Hz. Muhammed’in kızı; Aleviliğe göre “Allah’ın aslanı” Hz Ali’nin eşi. Alevilikte, en yüceltilen kadın. Çeşme başı, Tuncelililerin ibadet mekânı. İlin neredeyse tamamı Alevi. Kürtçe bilmiyorlar ama Zazaca konuşuyorlar. Tunceli Aleviliğine, bu yüzden Zaza Aleviliği dendiği de oluyor. Zaza Aleviliği ile Zerdüştlük arasında korelasyon kurulmasına bölgedeki şu inançlar neden oluyor: Dersimliler için Güneş, tıpkı Zerdüştülük‘te olduğu gibi en önde gelen kutsal varlıklardan biri. Ona bakarak dua ediliyor, kurbanlar ona dönük kesiliyor. Günümüz Tunceli Alevileri, ‘Muhamed’in Nuru’ dedikleri Ali’yi, Güneş gibi görüyorlar. Anahita ise Zerdüştlüğün tanrıçalarından. Dersimlilerin bunu ‘Ana Fatma’ ya dönüştürmüş olabilileceği söyleniyor.
Akkoyundan mezar taşları
Tunceli Osmanlı öncesi, Akkoyunlu egemenliğinde kalmış. Akkoyunlular, mezar taşlarını ‘koyun biçiminde yapmayı’ gelenekleştirmişler. O gelenek halen devam ediyor. Ovacık’ın 60 kadar köyünden 50’si, terör nedeniyle boşaltılmış. Tarlalar, kendi haline bırakılmış. Köyler insansız kalmış. Koyun biçimli mezar taşlarını hepimiz öyle merak ediyoruz ki, köy mezarlıklarını dolaşıyoruz. Hemen hepsinde üç – beş tane koyunlu mezar taşıyla karşılaşıyoruz. Bunların hepsinin üzerinde, farklı desenler mevcut.
Tunceli’nin meydanı şimdi şenlik yeri
Havası, doğası, coğrafyası ve insan karakterleriyle, iki şehir bu kadar mı birbirine benzer? Tunceli ve Artvin. Aynı vahşi doğa… Aynı, dağ - tepe - bayır. Kıyısında, aynı vahşi nehir. Ve insanları: Okumakta; başına buyruk olmakta inadım inat bir halk…
3 yıl önce, belediye, Munzur Nehri’ne bakan meydandaki bir binayı yıkmış; yerine 1937 Dersim ‘isyanı’ ele başısı olarak takdim edilen Seyit Rıza’nın heykelini dikmiş. Biz şehre girdiğimizde heykelin etrafındaki meydanda, şarkılar çalınıyor, halaylar çekiliyordu. Bulmuşum eğlenceyi kaçırır mıyım? Hemen girdim aralarına. Meğer Tunceli Üniversitesi’nin öğrencileriymiş. Her gün 2 kez, meydanda “Türkiye Kürtleri olarak biz de varız” demek için halay çekerlermiş. Gösteri şenlik havasında. Dev PKK flaması bile gerginlik yaratmıyor.
Asıl manzara heykelin arkasında. Seyit Rıza, derin uçurumun dibinde görkemle dolanan Munzur’a sırtını dönmüş. Tunceli’nin en gözde oteli, 4 yıldızlı Grand Şaroğlu bu meydanda. Teras manzarası göz kamaştırıcı.
EN GÜZEL MANZARA
Evler dağınık yapılanmış: Tıpkı Karadeniz gibi. Aşırı tepelik coğrafyada, mahalleler arasında yeşillikler var. Meydandan bakınca en göze çarpan bina bayrak rengi çatısıyla vali konutu. Tartışmasız Tunceli’nin en güzel manzaralı konutu.
Kentin birkaç kilometre dışında, Pülümür Deresi ile Munzur, görkemli bir evlilik yaşıyor. Ardından bu birleşim, Fırat’ın en uzun kollarından biri olan Karasu’ya katılıyor. O da bir kaç kilometre sonra, sularını Keban Baraj Gölüne, dolayısıyla Fırat’a boşaltıyor. Tunceli’de nehirler, matruşka gibi. Habire iç içe geçiyor.