İnanır mısınız, ben de aynen sizin gibi hep aynı hataya düşüyorum. Tamer Karadağlı mı? Oooo, ben onu çok iyi tanıyorum diyorum. Sonra bir an düşünüyorum. Nereden tanıyorum? Bir diziden gördüğüm adam. Evlenmeden önce birisiyle bilmem ne yaptığını okuduğum adam. Deniz Akkaya'yla yataklıyla Ankara'ya gidip gitmediği tartışmalı ünlü... Mü? Bu mudur Tamer Karadağlı? Günün moda deyimiyle ‘‘Budur!’’ derseniz, siz de benim gibi yanılırsınız. Çünkü Tamer Karadağlı bu değil. Onun şimdiye kadar kimsenin merak etmediği bir öncesi var. Mesela bir ‘‘Amerikalı Tamer’’ var ki, ağzım açık kaldı. İşte bu röportajda onu okuyacaksınız. Ağırlıklı olarak Çocuklar Duymasın'dan önceki Tamer Karadağlı'nın macerasını bulacaksınız...
HAMİŞ: Bugün Amerikalı Tamer'i tanıdık, yerimiz o kadarına yetti. Taş fırın Türk Tamer yarına kaldı. Buluşmak üzere...
Bizim tanıdığımız Tamer Karadağlı'nın ne kadarı sizsiniz?
- Siz beni tanımıyorsunuz ki...
Tanıyalım o zaman. Bizim değil de, sizin tanıdığınız Tamer Karadağlı'nın macerası nasıl başladı?
- Bir divan röportajı mı bu? Uzanayım o zaman! 1967'de Ankara'da doğdum. Genç bir anne-baba. Ben doğduğumda ikisi de 21 yaşında. Çok yaş farkı yok aramızda. Anne figürü önemli. Fevkalade önemli. Kendimi bildim bileli annemle aram iyi. Beğenirim yani annemi. Maceracı ve cesur bir kadındır...
Ne kadar cesur ve maceracı?
- ‘‘Hadi Amerika'ya gidelim. Orada çalışalım, yaşayalım’’ diyecek, kocasını ve küçük oğlunu kolundan kapıp gidecek kadar. ‘‘Deli miyiz? Ne Amerikası! Ne işimiz var? Bütün düzenimizi neden bozalım?’’ diyen biri hiç olmadı. Hayata ve yeniliğe her zaman açıktı. Çok severim öyle insanları. Rodeo kupaları yapan bir fabrikanın bir bölümünden sorumlu oldu. Ve... ve... ver elini New York...
Yaş kaç?
- Henüz ilkokula bile gitmiyorum. Kızkardeşim Özgecan da doğmamış, onunla aramızda 10 yaş var. Tek tabancayım yani. Özgecan'ın şimdi Madam Suzatka gibi bir müzik öğretmeni ve minik öğrencileri olduğunu söyleyebilir miyim? Pardon ben araya girmeyeyim, sizin soru düzeninizin içine etmeyeyim!
TÜRKÇE KONUŞAMIYORDUM
Çocukluk deyince aklınıza ne geliyor?
- Amerika tabii. Sadece çocukluğumu değil, hayatımı da belirledi. Bilinçlenmeye başladığımda oradaydım. Kendi hatırladığım, demek istiyorum ki mutlu hatırladığım yer orası. Türkiye ise, benim için sonradan gelinen yer. Üstelik bana sorulmadan. İlkokula Amerika'da başladım. Oyunlarla, boyalarla yaratıcı, eğlenceli bir eğitim alırken, okul, isteyerek gittiğim bir ilim irfan yuvasıyken... Küt Ankara. Geri döndük. Beni Ankara Koleji'ne yazdırdılar. Sarı saçlarım kesildi, üzerime bir forma giydirildi ve gri bir binaya tıkıldım...
Siz hep başarılı bir insan mıydınız?
- Dalga mı geçiyorsunuz? Travmatik şeyler yaşadım. En tembel teneke hep bendim. Ankara Koleji'nden hep nefret ettim. Tuhaf tabii, şimdi şeref öğrencisi seçiliyorum. Ama o yılları ‘‘Ben Amerika'ya geri döneceğim, oraya aidim’’ diye yaşadım. O anlamda hiçbir zaman başarılı olamadım. Sorunlu, problemli çocuk. Aaaa Amerikalı Tamer! Doğru dürüst Türkçe konuşamaz. Misak-ı Milli nedir bilmez. Ona bağıran hocalara tuhaf tuhaf bakar, birileri ‘‘Maybe demiyeceksin evladım! Perhaps diyeceksin’’ diye zorlar. O ise defterlere resimler çizer, pencereden dışarıyı izler...
3 KERE SINIFTA KALDIM
Ve sınıfta kalır...
- Offf. Hem de nasıl güzel kalırdım. İyi taşırdım ben sınıfta kalmayı. Omuzumda sırmalı apoletler gibi. Yanlış hatırlamıyorsam, üç kere filan sınıfta kaldım. Havası başkaydı. İnek miyiz ders çalışıcağız? Bana 8 ay çalışıp iki ay tatil yapmak saçma geliyordu, onun yerine 2 ay çalışıp 8 ay kebap yapıyordum. Çocukken de kafam çalışırmış yani! Asıl mesele, ben fena halde sıkılıyordum. Eğitim sisteminden, ezberden, salaklıklardan, yaratıcılık yoksunluğundan... Sürekli okulu kırıyordum. Sonra annem raporlar peşinde koşturuyordu. Ama okulu asıp kahveye filan gitmiyordum...
Peki ne yapıyordunuz?
- Akün Sineması'na aboneydim. Hababam
film izlerdim. Hiç unutmam ortaokuldayken Grease gelmişti. Vayyy. O sabah okula gitmedim tabii. Gişenin önünde bekliyorum. Bilet satan çok şeker bir hanımefendi vardı, resmen büyümeme şahit oldu, ‘‘Gene mi geldin sen?’’ yapardı. Neyse günaydınlaştık, daha saat sabah 10. Ben paramı verdim ve 12:00, 14:30, 16:45, o üç seansa da yer aldım. Benden mutlusu yok. Grease filmine bilet alan ilk kişi de benim ya, acayip gururluyum. Ağzım kulaklarımda film izliyorum. Teşrifatçılar filan da tanıyor artık beni, hiç yerimden kalkmıyorum, seans bitiyor, insanlar gidiyor, yenileri geliyor, ben ikinci kez, üçüncü kez aynı filmi seyrediyorum. Hiç sıkılmadan. Sahne sahne bakıyorum, diyalogları ezbere biliyorum...
Duruma kim el koydu?
- Kim olabilir? Annem. O dönemler epey üzdüm onu. Çok çekti benden. Aşağıdan ‘‘Anneeee’’ diye bağırırdım, balkona çıkardı, etrafta insanlar da var ya, onlar da duysunlar, tanık olsunlar diye ‘‘Ben o-oku-ma-ya-ca-ğım!’’ diye bağırırdım, o da ‘‘O-ku-ya-cak-sıııııın!’’ derdi. Sonunda çareyi beni yeniden Amerika'ya götürmekte buldu. Lise 1'i Amerika'da okudum. Ve okuldan eve teşekkür yazıları gelmeye başladı. Meğer farkında olmadan kolejde bir sürü şey öğrenmişim, haydaaa, Shakespeare filan biliyorum ya, Amerika'da bana dahi muamelesi yapılıyor. Annem tabii şüphelendi benden, oğlunun ne mal olduğunu biliyor ya, ‘‘Sen mi gönderiyorsun bana bu teşekkür mektuplarını?’’ dedi. Oysa gerçekten günahsızdım! 18 yaşındayken geri döndük. Tekrar Ankara Koleji'ne girmedim...
ARZU BİR PRENSES
E onlar da sizi baş belası olduğunuz için almamışlardır...
- Tabii tabii. Zar zor Çankaya Lisesi'ni bitirdim. Bütün arkadaşlarım üniversite hazırlığı içinde, dersane-mersane. Ben ölürüm daha iyi. Kim bana fizik problemleri çözdürebilir ki? Ne işletme okumak istiyorum, çok modaydı o zamanlar, ne mühendislik. Ne yapmak istediğimi de bilmiyorum. Ama ben hiçbir zaman it kopuk olmadım, onu da söyleyeyim, bir Tunalı Hilmi genciydim. Hoş da bir heriftim. Kızlar, mızlar. Hep iyiydi onlarla aram. Ne var ki, geleceğe dair hiçbir fikrim yok. Her meslek bana uzak geliyor, iyi de yakın olan ne?
Oyunculuk...
- Yeeees. Ama tiyatro hiç ilgimi çekmiyor. O güne kadar gittiğim tiyatro sayısı 6'yı geçmez. Her ne kadar canlı da olsa, bir süre sonra sıkılmaya, spotlara bakmaya başlıyorum. Ama sinema öyle mi? Dediler ki, ‘‘Oyuncu olmak istiyorsan, önce tiyatro okuyacaksın.’’ ‘‘İyi, okuyalım bakalım.’’ Konservatura almadılar, Bilkent'e girdim. Shakespeare'in Kuru Gürültüsü'nü hazırlamıştım. İngilizce olarak. Ama Türkçe'sini de hazırlamıştım, çünkü biliyorum Cüneyt Gökçer soracak...
Nedir bu? Gıcıklık mı? İnsanları şaşırtmak mı?
- Yoo. Orjinal dilinde de onayabileceğimi göstermek istedim. Zaten kafamdaki sinemaydı, mümkün olsa Rambo'dan bir parça oynacaktım ama ayıp olurdu! Bir de 4. Murat attırdım. Ve kazandım. 4 sene boyunca da burslu okudum. 6 kişi girdik, 3 kişi mezun olduk. ‘‘Kapı gibi diplomam var, artık çekip giderim buralardan’’ diyordum. O zamanlar da bir kız arkadaşım var, güya birlikte Amerika'ya gideceğiz, o benden bir sınıf altta, okulu bitirmesini bekliyorum. O arada para da kazanıyorum, üniversite 1'den beri seslendirme yapıyorum ve o bekleme esnasında Ferhunde Hanımlar dizisi başladı. Zaten o kız arkadaşım da ben Amerika hayalleri kurarken şahane bir fikirle ortaya çıktı: ‘‘Diyarbakır'a gidelim.’’ Ne?! Diyarbakır mı? Ben almayayım. O gitti, ben kaldım, haliyle ayrıldık. Meğer biz ayrı dünyaların insanıymışız... Arada uzun süren başka bir aşk yaşadım. Sonra da seslendirmenin prensesi Arzu'ya birlikte olmaya başladım. Şimdiki eşim...
Seslendirmenin prensesi ne demek?
- Öyleydi. Beş yaşından beri seslendirme yapıyor. İşini çok iyi yapan biriydi. Hala öyledir. Özeldi. Ve bir prensesti. Benimle ilgilenmeyen, hiç yüz veremeyen. Ee bizde var bir hırtlık. Bu kız bana nasıl yüz vermez, nasıl olur da benimle ilgilenmez? Arzu ve Ferhunde Hanımlar yüzünden Ankara'da kaldım. Hayatımdan memnundum. Ve günün birinde birlikte İstanbul'a gelmeye karar verdik...
Bir Ankaralı olarak İstanbul'da yaşamak nasıl bir şey? Temassızlık oldu mu?
- Olmaz mı? Temassızlığın ötesi hatta. Resmen dibe vurdum. Ankara samimidir, insanlar daha bir komün yaşar, birbirine arka çıkar. İstanbul'da bir baktım, her şey mübah. Herkes birbirini bıçaklıyor...
2 YIL SÜRÜNDÜM
Siz de nasibiniz aldınız. Kıçınıza tekme yediniz...
- Hem nasıl. Buradaki reklam seslendirme piyasasına girmeye çalıştım. Mümkün değil. Garip bir tekel var. Yıllarca film seslendirmesiyle uğraşmışım, Robert de Niro'nun, Marlon Brando'nun gençliğini seslendirmişim, Kevin Kostner, Mel Gibson, George Cloony, biliyorum yani bu işi. Macbeth, Jul Sezar filan konuşuyorum, ‘‘Yok, reklam dublajı farklı’’ diyorlar. Neresi farklı? ‘‘Timothy bitki özlü şampuan. Doğanın gücü saçlara hayat verir’’ diyemeyeceğim öyle mi? Yapma ya. Ama Boğaz köprüsünden geçecek param bile olmadığı zamanlarda, taviz vermiyordum. 6 ayda bir iş yapıyordum ama fiyat kırmıyorum. Kıçıma bu anlamda çok tekme yedim yani. İki sene böyle gitti....
Sizce gerçek sorun neydi? Neden geç keşfedildiniz?
- Bilmiyorum ki. Sorun bende diye düşünmeye başlamıştım ki, Çocuklar Duymasın'dan teklif geldi. Sürekli bana ‘‘Çok iyi ama... Nasıl söylenir mimikleri, tarzı, oyunculuğu fazla Amerikalı’’ deniyordu. Bana rol verdiniz de, taş fırın erkeğini Amerikalı gibi mi oynadım? Neyse benim hikayem bu. Doğru zaman, doğru yeri beklemem icap etti. Hiçbir şey kolay olmadı yani. Ama şimdi Türk erkeğini sembolize eden Haluk'u oynamak özellikle hoşuma gidiyor. Hani ben Amerikalı Tamer'im ya...
AYHAN IŞIK DOKTOR JİVAGO'DA OYNAYABİLİR MİYDİ?
Sizin kadar iyi İngilizce bilen kaç oyuncu vardır?
- Çok fazla yok. En azından benim jenerasyonumda yok. Haluk Bilginer var. Keşke İngilizce bilen oyuncumuz daha çok olsa da, dünya sinemasına açılabilsek...
O Ayhan Işık hikayesi nedir?
- Valla, bu bana anlatıldı, ne kadar doğru bilmiyorum. Ayhan Işık, Türkiye'nin Clark Gable'ı olarak Hollywood'a gidiyor, gerçekten ilgileniyorlar onunla orada. Bir film için anlaşmak istiyorlar. Her şey tamam, sorun yok, ‘‘Ama biliyorsunuz film İngilizce çekilecek’’ deniyor. ‘‘A öyle mi? Ben İngilizce bilmiyorum. Dublaj yapılsın. Bizim oralarda hep öyle yapılıyor’’ diyor. Adamlar da kibarca teşekkür ediyor. Ve sonraki aday diye bağırıyorlar. Sonraki aday, Ömer Şerif. Sözünü ettikleri film de Doktor Jivago...