Oluşturulma Tarihi: Temmuz 26, 2010 00:00
Japonya’nın üçüncü büyük kenti Osaka, Büyük Okyanus kıyısında, Yodo Nehri’nin denize döküldüğü noktada. Ülkenin ticaret merkezi olarak biliniyor. Subtropikal iklime sahip. Mayıs, ekim arasında çok sıcak ve nemli oluyor. Uluslararası bir firmada iletişim danışmanı olarak çalışan, işi gereği dünyayı gezen Belin Alev, Osaka’nın sonbahar atmosferini yazdı.
İstanbul’dan 12 saatlik konforlu yolculuk sonunda, bir ekim sabahında Osaka’ya vardım. Uzakdoğu’ya ilk kez gidiyordum. Uçaktan indiğim andan itibaren her yönüyle farklı ve ilginç bir seyahat oldu. Öncelikle, indiğimiz pistin üç yanı denizle çevriliydi. İnişte denize doğru alçaldığımızı görünce küçük bir panik yaşadık.
Havalanında beni, aile dostumuzun Osaka’da yaşayan kızı Pelin karşıladı. Otobüse bindik, Jetgiller çizgi filmindeki yollara benzeyen, yüksek otobanlardan geçtik. İngiliz usulü sağdan akan trafikte, gökdelenlerin, dev billboardların arasından şehrin yolunu tuttuk. Üstünde kalp işaretleri yanıp sönen binalar dikkatimi çekti. “Bunlar Aşk Oteli, odaları saatlik, günlük kiralanıyor” dedi Pelin.
TAKSİ KOLTUKLARI DANTELLİ
Otobüsten sonra taksiye bindik. Koltukları dantelli örtüyle süslüydü. Kondo tarzında, dış cephesi tuğla benzeri malzemeyle kaplı binaların arasından geçtik. Ülke deprem kuşağında olduğu için yapılar pek yüksek değildi. Aslında etrafta Japonca tabelalar olmasa, muhit herhangi bir Avrupa kentindeki ara sokak gibiydi.
Pelin’in evi tek odalı, toplam 30 metrekare civarında. Sanki otel odasına bir mini mutfak eklenmiş. Duvarlar kartonpiyer, çok ince, buna rağmen yan daireden ses gelmiyor. Japonya’da evler genellikle bu ebattaymış. Bavulu bırakıp şehri keşfe çıktık. Metro durağı evin köşesindeydi. Duraklar Japonca ve İngilizce yazılmış, ancak biraz karmaşık bir yapısı var. Allah’tan yanımda Pelin vardı, sorun yaşamadım.
İlk durağımız Osaka’nın Taksim’i sayılabilecek Namba. Dar bir sokakta, Japon mimarisine sahip yerel dükkanlar sıralanmış. Arka fonda ise sıra sıra gökdelenler görülüyor. Her yerde deniz mahsulleri, yengeçler ve suşi restaurantları. Gecesi gündüzü farklı buranın. Gündüz sokaklar aşırı kalabalık ama temiz. Yerdeki mazgallara bile çiçek desenleri işlenmiş. Etrafta Lolita kıyafetli, makyajları, saç modelleriyle dikkat çeken Japon gençleri var. Birçok mağazaya girdik çıktık, Japonya tam bir makyaj ve kozmetik cenneti: İstanbul’un onda bir fiyatına orjinal parfümler, yarı fiyatına marka makyaj malzemeleri. Bu ülke ile ilgili “çok pahalıdır” imajım şaşırtıcı şekilde ve aniden değişti.
DÖRT BOYUTLU FİLMİ İLK KEZ SEYRETTİMNamba sokakları gece dev tabelaların neonlarıyla ışıl ışıl. Gökdelenlerin tepesinde yanıp sönen kırmızı ışıklar da cabası. Sokaklar gündüz kadar kalabalık, her yaştan insan var. Bir sushi barın önünde tabureye oturduk. Aşçının tezgahta hazırlayıp, önümüzden geçen banda tabakla bıraktığı sushileri tattık. Sıradan bir restorandı, fakat sushiler çok lezzizdi. Kaç tabak yediğimizi hesap gelince anladık. Yine de makul bir fiyattı. Restorandan çıkıp caddede yürüdük. Takım elbiseli, şık gençlerle doluydu kaldırım. Sürekli çevrelerine bakıyor, sanki bir şey bekliyorlardı. Meğer bunlar eskort gençlermiş. Sonra dev bir oyun salonuna düştü yolumuz. Parlak ışıklı, yüksek ses çıkaran makinelerin başındakiler otomatikleşmiş hareketlerle oyun oynuyordu. Biz “perikura” adlı fotoğraf otomatına girip, komik fotoğraflar çektirmekle yetindik.
İleri saat dilimideki bir ülkeye gelmenin jetlag etkisi yüzünden geceyi sıfır uykuyla geçirdim. Ertesi sabah dünyanın en büyük yeraltı akvaryumlarından Sea World’e gittik. Köpekbalıkları, penguenler, vatozlar arasında gezindik, dalgıçların balıkları beslemesini izledik. O kadar büyük ki, bütün günümüzü aldı nerdeyse. Akşam bir Izakaya’ya (Japon pub’ı) gittik, zor da olsa çubuklarla noodle yedik. Damıtılmış içkileri sevmediğim için sake’yi tatmadım.
Üçüncü günümüzde ekibimiz kalabalıklaştı. Hep birlikte Osaka’nın biraz dışındaki Universal Studio’larına gittik. Çok kalabalık, genelde çocuklar var. Indiana Jones, E.T., Geleceğe Dönüş gibi birçok popüler filmin içinde buluyor kendini insan. Benim en fazla aklımda kalan Susam Sokağı’nın dört boyutlu filmi oldu. Filmde denize giriyorlar ıslanıyorsunuz, kurabiye yiyorlar kokusunu alıyorsunuz, yılan geçiyor bacaklarınızda hissediyorsunuz. Japonya’daki Amerikan kültürünü yaşadığımız günü Hard Rock Cafe’deki akşam yemeğiyle noktaladık.
BAKKALLAR BİLE YÜKSEK TEKNOLOJİ ÜRÜNÜ SATIYOR
Araya sıkıştırdığımız iki günlük Tokyo gezisinden sonra Osaka’ya döndük. O günü, elektronik alışverişine ayırmıştık. Japonya’da bakkallar bile elektronik eşya mağazası gibi. Gıda maddelerinin yanında mini şarj aletleri, ısıtıcılı mendiller satılıyor. Jelatin çıkınca sandviçler, kulpunu çekince kutudaki kahveler ısınıyor. Osaka’nın elektronik merkezi İstanbul’daki Tahtakale’ye benzeyen Umeda semtiydi. Üç saat mağazaları dolaştık. Sıkı pazarlık yaptık. Son model kamera, fotoğraf makinesi, i-pod dahil pek çok ürünü, etiketin yüzde 40 altına aldık. Sadece Japonya için üretilen modeller uluslararası kullanım için üretilenlerden çok daha ucuzdu. Ancak Türkiye’de kullanmak mümkün değildi. Bu arada çevremizdeki Japon müşterilerin bizden daha sıkı pazarlıkçı olduğunu fark ettik.
Akşam gittiğimiz Japon restoranına, ayakkabı çıkartılarak giriliyordu. Farklı yiyecekler denedim. Merakım yüzünden önüme gelenlerden biri de udon’du. Yani soğuk, kalın noodle! Pek beğenmesem de denemiş olmak için bir kısmını yedim. Ertesi gün, Japonya’daki son günümdü. Hızlı bir Kyoto turundan sonra, akşam dönüş uçağına bindim. Evet, dünya gerçekten küçüktü.
ÇOCUKLAR TURİSTLERİ HAYRETLE İZLİYOR, GENÇLER EL SALLIYOR
Üçüncü günün sonunda, çekik gözlü olmadığımız ya da “beyaz” olduğumuz için; sokakta çocukların annelerine bizleri göstermesine ya da metroda gençlerin bize el sallamasına alışmıştık artık. Diğer yandan her gördüğümüz turist bize selam veriyordu. Sanki turistler arasında sessiz bir dayanışma vardı. “Biz aynı takımdayız” der gibi selamlaşılıyordu.
Bu arada metro ile ilgili ayrı bir parantez açmak gerek. Gördüğüm kadarıyla Japonlar metroda genellikle manga adı verilen çizgi romanlar okuyor ya da cep telefonuyla oynuyor. Etrafa bakan çok az. Cuma akşamları şehir zıvanadan çıkıyor. Alkol tüketimi tavan yapıyor. Bindiğimiz metro vagonu o kadar alkol kokuyordu ki, içmeden sarhoş olmak mümkündü. İndiğimiz durakta, takım elbiseli bir erkek yerde yatıyordu, arkadaşları başına toplanmıştı. Etraftakiler normal bir olaymış gibi, göz ucuyla bile bakmadan ilerliyordu. Pelin’den öğrendiğime göre, her cuma gecesi Osaka’da aynı manzarayı görmek mümkünmüş.