Güncelleme Tarihi:
Yeni kitabını bitirmek için eve kapanan
Orhan Pamuk, özel albümünü ilk kez
Hürriyet Pazar'a açtı. Ünlü yazarın anne babasının,
eşi ve kızının, Yeni Hayat'ı yazmaya başladığı
günün, arkadaşlarıyla taverna eğlencesinin, askerlik günlerinin fotoğrafları 9. sayfadaki ‘‘Albüm’’de.
Hayatın tadı yalnızken çıkıyor
Orhan PAMUK kendini toplumsal hayatta eskiye oranla daha başarılı buluyor ama...
Bundan birkaç sene önce Orhan Pamuk'la görüşmeye gidiyor olsaydım, bütün kitaplarını okumakla kalmaz, ansiklopedilerdeki ‘‘postmodern’’ maddesini hatmeder, belki biraz tasavvuf okur, dünya edebiyatına göz atar, yine de yenilgiyi baştan kabul edip zangır zangır titreyerek röportajın yolunu tutardım.
Artık büyüyüp bilgi karşısında ezilmemeyi öğrendiğimden midir, yoksa gazeteciliğin çeşitli manevralarına vakıf olmaya başladığımdan mıdır, bu kez öyle yapmadım. Sadece, laubali bir görüntü çizmemek için ağzımdaki cikleti yuttum.
Tabii, ben böyle kendimi aşarken, Orhan Pamuk da boş durmamış. Bir yandan kitaplarını yazarken öte yandan kendiyle itişe kakışa, daha olumlu, daha sosyal, daha huzurlu olmanın yollarını aramış. Onu tanıyanların, yayınevindeki arkadaşlarının ortak kanısını kahkahayla aktarıyor: ‘‘Bende ilerleme olduğunu söylüyorlar.’’
Ailenin hınzır muzırı
Orhan Pamuk, hesap kitap adamlarından oluşan bir mühendis ailenin aykırı çocuğu olarak 1952 yılında doğar. Kendisine biçilen ‘‘hınzır, muzır, sanatçı ruhlu’’ rolünü zevkle oynar. 18 yaşına kadar sürdürdüğü resim çalışmalarını ve daha sonraki yazarlığını bu rolün bir sonucu olarak görüyor. O da aile geleneğini bozmayıp Robert Kolej'den sonra 1970-73 yıllarında Teknik Üniversite'de mimarlık okur, ancak yazmaya karar verince okulu bırakır. Bir diploma sahibi olmak için Gazetecilik Enstitüsü'nü bitirir. Muhallebi çocuğu yakıştırmasına uygun bir öğrencilik hayatı geçirir: ‘‘Arkadaşlarım mitinglere giderdi. Beni ihtiyatlı, hım hım, evinde oturan burjuva Orhan Pamuk gibi görürlerdi. Buna içerlerdim, ama sigara dumanından boğulmak üzere olan insanların siyaset konuşmalarından ölümüne sıkılırdım. O toplantılardan birine girince onbeşinci dakikadan sonra ben buradan görünmeden nasıl çıkarım diye düşünmeye başlayıp dört saat bunu başaramadığım olmuştur.’’
Hayatın renklerini kendini herkesten ayrı bir odaya kapattığı zamanlarda bulmuş. Burada kendini eleştirerek ‘‘başkalarıyla birlikte hayatın güzelliklerini paylaşma terbiyesini edinemedim’’ diyor. Bu arada kendiyle didişmeden de duramıyor: ‘‘Bazen beş para etmez yeteneksiz yazarın tekiyim, boşuna çırpınıyorum derim. Bazen de dünyanın en müthiş yazarı olduğumu, dokunduğumu altın ettiğimi, düşünürüm. Hepimizin hayatı içimizde konuşan bir sürü farklı sesin müziğiyle geçer. İnsanın yaratıcılık ve budalalık anları, iç sesin iç ses olduğunu unutup onun buyruğuyla birşeyler yapmasıdır.’’
Bir de paranoya meselesi var. Nedense insanların arkasından türlü dolaplar çevirdiğine inanıyor. Zamanla insan içine karışmayı, maneviyatını bozmaya çalışanlarla başetmeyi, dedikoduları takmamayı öğrenmiş ama ‘‘paranoyalarım sürüyor’’ diyor gülerek.
Kızının sevincinin uşağı
Rahatlıkla ifade edebildiğine göre, bu duyguyla barışmış hatta onu aşmış olduğunu düşünüyorum. Bu fikrimi söylediğimde ‘‘paranoyak olmayışım takip edilmediğim anlamına gelmez’’ sözünü hatırlatıyor. Sonra, yazarlık içgüdüsüyle olsa gerek, söylenmiş bir sözle yetinmeyip bir özlü söz de o patlatıyor: ‘‘İnsan takip edilmediği zamanlarda, ‘galiba ben biraz paranoyakım' der.’’ Belki de yaratıcılığı böyle huzursuz fikirlerden besleniyordur diye fazla üstüne gitmiyorum. Neme lazım!
Orhan Pamuk, havadan sudan konuşurken, mesela bana ikram ettiği elmayı, çürük olduğu belli olmasın diye dilimlediğini itiraf ederken ya da Taksim’deki tostçularda kahvaltı etmeyi sevdiğini anlatırken, kitaplarındaki gibi uzun cümleler kurmuyor. Sürekli espriler yapıyor, kendini beğenmiş cool insanların aksine yaptığı esprilerin hepsine gülüyor, taklitleriyle karşısındaki insanı güldürüyor. Cevap vermek istemediği sorulara, çocuk gibi omzunu çekerek ‘‘söylemek istemiyorum’’ diyor. Güzel, çok güzel bir karısı var, adı Aylin. 18 sene önce bir cumartesi akşamı Taksim Meydanı'nda seyyar kitapçılardan birinde tanışmışlar, 1982'de evlenmişler. Eşinizi neden tanımadık bugüne kadar, deyince ‘‘Bir bakan eşi olsaydı, birtakım formaliteleri yerine getirirdi, ama bir romancının eşinin böyle mecburiyetleri yok. O da bu hakkını kullanıyor’’ diye cevap veriyor. Ayrıca edebiyat çevreleri ikisini de fazlasıyla hayal kırıklığına uğratmış: ‘‘Kitaplarım yayınlanınca yeni bir hayatım olacak, ilgi ve hayranlık duyduğum yazarlarla tanışacağım, onlarla arkadaşlık edeceğim, diye düşündüm. Ama o kadar hayal kırıklığına uğradım ki. Eşim de aynı şekilde.’’
7 yaşındaki kızı Rüya'yı çok sevmenin ötesinde kendisi için yararlı buluyor Orhan Pamuk: ‘‘Onunla oynamak, vakit geçirmek hemen bütün ruh halimi değiştiriyor. Beni üç dakikada umutsuzluğun kör kuyusundan çıkarıp kıkır kıkır güldürebiliyor. Bu çocuğu fişe takıp bir mutluluk aleti gibi kullandığınız bir an. Bir de öyle programlanmışım ki, onun sevindiğini görmek beni mutlu ediyor. Onun sevincinin uşağı gibi hissediyorum kendimi. Hoşuna gitmeye çalışıyorum. Kendimi memnuniyet servisi verir gibi hissediyorum.’’ Geçenlerde Rüya'ya birşeyler anlatıyormuş, Rüya babasına bakmış ve şöyle demiş: ‘‘Sen bu anlattıklarını romana koysana’’.
Hemşo çıktık!
Telaşla ve heyecanla, son romanını neden hala bitiremediğini anlatıyor Orhan Pamuk. Beş yıl önce başladığı romanda, 1590'larda İstanbul'da el yazması kitapları resimleyen nakkaşları anlatacak. Ama bir bitse! Romanı bitiremedikçe, duyduğu utancın arttığını söylüyor. Neyse ki, sonunda o da kitabını bu mevsim bitiremeyeceğini kabullenmiş ve uzun süredir reddettiği röportaj tekliflerini kabul ediyor, görmediği insanları görüyor, ‘‘oh be hayat varmış’’ diyor. Bu arada albümlere bakar gibi yapıp fotoğraf için poz verirken, hemşehri olduğumuz ortaya çıkıyor. İkimizin de dedeleri Gördes topraklarından geçmiş. Gerçi ben yıllardır uğramıyorum, o ise hayatında hiç gitmemiş, ama olsun yine de hemşehriyiz. Onun dedesiyle benim büyük dedemin aynı kahvede pişti oynadığını, aynı ağaca tırmanıp dut yediğini, belki aynı kıza aşık olduğunu düşünmek hoşuma gitti. Bir de ne yalan söyleyeyim, memleketle
gurur duydum! Aslında iş memleket sınırlarını fersah fersah aştı. Geçenlerde, Avrupa'nın altı büyük gazetesi, dünya çapındaki yedi yazara 1997'de en beğendikleri kitabı sordu. Ve bu yedi yazarın arasında Orhan Pamuk da vardı.
1968 Haziran'ında ağabeyim Şevket'in mezun olduğu, benim öğrencisi olduğum Robert Kolej'e diploma törenine, ben, babam, annem gitmişiz.
Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap'ta anlattığım babaanneli, amcalı aile sofralarından birine, soldan tabağımı uzatıyorum (solda) 1953 yılında, annemin kucağından, daha sonra kitaplarımda anlatacağım Nişantaşı'na iyimserlik ve güvenle bakıyorum.
1985 yılında Arnavutköy'deki Mimi Taverna'da, herşey Latife Tekin'in romanlarına ve Latif Demirci'nin karikatürlerine daha çok benzediği için ben onlar gibi neşelenip göbek atamıyorum.
Beyaz Kale'nin çevirmeni Türkolog Victoria
Holbrok ve Kara Kitap ile Yeni Hayat'ın İngilizce çevirmeni romancı Güneli Gün ile 1993 yılında.
1980. Askerlikte
en iyi ben arazi olurdum.
Baba
olmak kızına yastık olmaktan zevk almaktır
(üstte).
29 Şubat 1992. Dört yılda bir gelen bu artık günde, Avustralya'ya vardım sabah. Amerikalı nörolog ve yazar Oliver Secks ve Çek şair Mirostov Holub ile denize girdim. Akşam da otel odasında uykusuzluktan Yeni Hayat'ı yazmaya başladım.