Güncelleme Tarihi:
JULIA ROBERTS'DAN ELLE'YE ÖZEL POZLAR (FOTO-GALERİ)
Ünlülerle röportaj yapan talihsiz gazeteciler için ilk ders: Rolü gereği olup olmadığından emin değilseniz, bir oyuncuya asla kötü görünmesiyle ilgili soru sormayın! “Mary Reilly’de çirkin görünmek için kendine izin verdin sanırım” diye başlıyorum söze. Bu soruyu sormamı bana yakın bir arkadaşım önermişti ve ben de Julia Roberts’ın 1996 yapımı Stephen Frears filmindeki görüntüsüyle girmiştim konuya. Duyduğuma göre Roberts, burnunu estetikle uzattırmıştı. Peki bu sırada canı acıdı mı? Masanın öbür tarafında, endişe uyandıracak kadar ciddi bir sessizlik hakimdi. Onun bu cesur hareketiyle ilgili yorumumu pek sevmemiş olabileceğini fark ettim. “Bu son derece yürekli bir hareket... Yani bir yıldızın görünüşüyle ilgili risk alabilmesi” diye devam ettim.
BEN ÇİRKİN DEĞİLDİM!
Belki de benim hayal gücümdür ama sanki Roberts’in gözleri koyulaşmaya ve burun delikleri genişlemeye (ama çirkin biçimde değil) ve pürüzsüz cildi kızarmaya başladı. Üstü bizim için kendisi tarafından seçilmiş yemeklerle dolu olan masanın arkasından beni tepeden tırnağa süzdü. “Ben çirkin değildim!” dedi. Bu söylediğinin anlaşıldığından emin olmak için birkaç kere tekrarladı.
İkinci ders: Sorularınızı iyi yapılmış araştırmalara dayandırın. Bir röportajda adını telaffuz ettiğiniz filmi, önceden seyretmiş olmaya gayret edin. Elbette ki zaman içinde Mary Reilly DVD’sini inceleyeceğim ve Julia Roberts’ın burnunun her zamanki ölçüsünde olduğunu keşfedeceğim. Yüzü, bir hizmetçininkine yakışır sadelikte ama radikal makyajla gelinebilecek en uç sınır bu. “Ben bunu böyle algılamazdım ama ne demeye çalıştığını anlatır mısın?” diyor Roberts. Ne demeye çalıştığımı bir bilsem...
Ardından Julia Roberts geriye doğru yaslanıp o meşhur kahkahasını atıyor. Bu sevinç dolu klakson aslında her şeyin yolunda gittiği, az önceki kasırganın durulduğu ve kalıcı bir hasara uğramadığımızın habercisi... Aslında belki de benimle hafiften dalga geçiyordu. O, iğneyi batırıp sonra geri çekmeyi ve yaranıza karşılık beklemeden merhem sürmeyi seviyor.
Malibu’dayız... Pasifik Sahil Yolu’nun yakınlarındaki bir ara sokakta, Roberts’ın evinin civarındayız. Gerçekten de Julia’nın uzun bir fotoğraf çekiminden buraya, benimle buluşmaya geldiğinde biraz huysuz olduğunu hissetmiştim...
KÜÇÜKKEN KATOLİK OLMAYA YAKINDIM
Elizabeth Gilbert’in “Ye, Dua Et, Sev” adlı dünya genelinde yaklaşık 8,5 milyon kopya baskısı yapmış olan kitabının filminde oynaması için Julia Roberts’a milyonlarca dolar ödendi. “Ye, Dua Et, Sev”, kendini keşfetmeyle alakalı, yürekli bir hikaye. Film, kötü bir ilişkiden çıkıp kurtulmak için bir kadının kendi iç sesine sadık kalması, bol bol makarna yemesi, bilgeliğe giden yolda tek başına arayışını sürdürmesi ve sonunda bitmeyecek bir aşkı bulması üzerine...
Roberts’a “Dua eder misin?” diye soruyorum. “Evet” diyor. Küçükken annesiyle babasının boşandıklarını anlatıyor. “Annem Katolik, babamsa Baptist’ti. Ben Katolik olmaya daha yakındım, çünkü bu mezhep bana omleti, tatlı çörekleri ve Flipper’ı seyretme zorunluluğu olmamasını çağrıştırıyordu. Ama sessizlik kısmı hiç bana göre değildi. Yani Baptizm’deki sosyalleşme ve toplu ortamlarda bulunma kısmı uygundu. Dolayısıyla şimdi çocuklarımla birlikte spritüel bir hayat sürdürmek, bana bu iki önemli gereksinimi de sunuyor.”
VECİBELERİNİ YERİNE GETİREN BİR HİNDU’YUM
“Hangi spritüel hayattan söz ediyorsunuz?” diye soruyorum. “Hindu olanından” diyor bana doğru eğilip boynunda taşıdığı Hindu kolyeleri gösterirken. “Bir Hindu tapınağında geçirdiğim süre içinde keşfettiğim şeyler, bu inancı oluşturdu. Ailece tapınağa giderek orada dua ediyor, şarkı söylüyor ve kutlama yapıyoruz. Ben kesinlikle vecibelerin yerine getiren bir Hindu’yum.”
Hindu kozmolojisine göre, ruhlar birçok bedende tekrar doğabiliyor. Roberts kızına bakarken, başka ve daha yaşlı bir ruhun varlığını hissettiğini söylüyor: “Kızımın çok belli bir oturma şekli var mesela. Ve ben eskiden bu şekilde oturuyor olan o kişinin kim olduğunu bilme şansına sahip olamadım. Bu varlığa yol göstermeyi sürdürmek benim için bir onur. Onun kim olduğunu bilmiyorum ama bunu yapmak beni görevim.”
O KADAR ŞIMARTILDIM Kİ...
Julia Roberts’a geçmiş hayatlarını anımsayıp anımsamadığını sorduğumda hiç duraksamadan yanıt veriyor. “Kesinlikle devrimci bir köylüydüm” diyor, sanki dünyanın en doğal şeyini söyler gibi. “Yakılacak odunları toplayan, bu odunları toplamanın bir fark yaratacağını gayet iyi bilen, bunun farkında olan biriyim.” Peki ya şu andaki şaşaalı hayatı sona erdiğinde? “Hiç sorma! Bu hayatımda arkadaşlarım ve ailem tarafından o kadar şımartıldım ki... Bir sonraki hayatımda gayet sessiz ve sadece arka planda yardım eden biri olmayı istiyorum.”