Ömrüm boyunca öykülerimde şiiri aradım

Güncelleme Tarihi:

Ömrüm boyunca öykülerimde şiiri aradım
Oluşturulma Tarihi: Haziran 04, 2011 19:46

Türk edebiyatının en özgün kalemleri arasındadır Selim İleri. Öyküyle başlayan yazı hayatına, roman, deneme, inceleme gibi pek çok türü de dahil edip, Füsun Akatlı’nın söylediği gibi “hep Selim İleri olarak” kalmış bir yazar.

Haberin Devamı

Son yıllarda daha çok romanlarıyla öne çıkıp öykülerini daha seyrek yayımlasa da, hem kendi yazın hayatında hem de Türk edebiyatı içinde öykücülüğüyle Vedat Günyol’un da dediği gibi, “Türk edebiyatına bir şeyler getirmiştir” Selim İleri. 2006 yılında yayımlanan Fotoğrafı Sana Göndariyorum isimli öykü kitabından tam beş yıl sonra, yeni öykü kitabı Yağmur Akşamları ile yeniden okurlarıyla buluşuyor. Kendi hayatından izler taşıyan öykülerin yanı sıra, Fikret Ürgüp, Selçuk Baran, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Âkif, Refik Halid gibi isimlerin de sayfalarda karşımıza çıktığı kitabında, gözardı edilmiş insanların hayatlarını anlatıyor. Selim İleri’yle Everest Yayınları’ndan çıkan Yağmur Akşamları adlı öyküler toplamı için buluştuk. Türk edebiyatındaki vefasızlıklardan kendi işlediği kabahatlere, değişen edebiyat ortamına kadar uzanan geniş bir yelpazede konuştuk.

Haberin Devamı

*  Beş yıl aradan sonra yeniden “öykücü” Selim İleri’yle buluşuyoruz. Son zamanlarda daha seyrek aralıklarla öykü kitabı yayımlamanızın özel bir sebebi var mı?
- Öykü yazarken şöyle bir duyguya kapılıyorum; başladığım vakit ne kadar sürecek olursa olsun hiç masadan kalkmadan onu bitirmeye çalışıyorum. Hiç olmazsa ilk taslağını sonlandırmak istiyorum ama bu bile çok mihnetli bir şey. 24 saati geçtiği zaman oluyor kimi günlerde. Bu yüzden artık eskisi kadar öykü yazmıyorum. Benim için yolun kısaldığını düşünüyorum artık ve elimde de çok fazla öykü taslağı var. Yani gelecek yıllar için, yeni öykü kitapları var, şimdiden söyleyeyim. Çünkü bu taslakları yarım bırakmak istemiyorum. Roman yazmayı da çok seviyorum ama, öykü benim için her zaman ayrı bir yerde. Ömrüm boyunca öykülerimde şiiri aramış bir insanım ben. Her ne kadar öykü daha zor yazılıyor olsa da aza indirgemenin güçlüğünü hepimiz biliriz. Billurlaşmış cümleyi yakalamak her zaman daha meşakkatlidir.
*  Fotoğrafı Sana Gönderiyorum’da bütün kitaba hakim tematik bir kurgu vardı. Nispeten aynı örgü devam ediyor, yine belli bir tema etrafında dönüyor öyküler...
- Tema, burada çok doğru bir söz. Yağmur Akşamları kitabım, ilk öyküden -ki tarihî bir öyküyle başlar kitap- son öykünün noktasına kadar, aynı minval etrafında döner. Hapsedilmişlik, kıstırılmışlık, yaşayamamak ve bunların sonucu olarak da kaybetmeyi tercih etmek üzerine, bütünlük arayan bir kitap. Belki sadece sekiz öykü olabilir ama hepsi adım adım birbirini tamamlıyor gerçekten. Kimisi siyasi, kimisi toplumun anlayışından kaynaklanan sebeplerden, kimisi doğrudan doğruya hikâye kahramanının kendi seçiminden kaynaklanan kıstırılmışlık üzerine dönüyor.
*  Bunlardan birisi de “vefasızlık” hissi aslında. Kahramanların hepsi bir vefasızlıktan mustarip neredeyse, yanılıyor muyum?
- Kitaba adını veren “Yağmur Akşamları” ile “Şark ve Garp, Ne Şark Ne Garp” öykülerinde bunlar daha baskındır. Dediğiniz doğru tabi, diğer öykülerde de nispeten bu duygu kendini hissettirir. Belki vefasızlık bile değil buradaki; Yağmur Akşamları öyküsündeki kahraman vefasızlık şöyle dursun, vefasızlığa uğrayacak kadar bile dikkate alınmamış hep gözardı edilmiş bir kahraman. Kendisi de kişisel olarak göz önüne çıkmayı istememiş, arkalarda kalmayı tercih etmiş bir insan ve öyle ki ona vefasızlık bile edilmemiş bir insanı anlatmaya çalıştım. Toplumumuzda da, bilhassa okur yazar çevrelerde, derin bir vefasızlığın olduğunu söyleyebilirim. Bunu hem kendi gördüklerim ve şahidi olduklarım, hem de okuduklarımdan hareketle söyleyebilirim. Çok fazla vefasızlığın olduğu bir toplumuz.
BU BİR TEPKİ KİTABI
*  Üç bölümden oluşuyor kitabınız. İlk önce bir tarihî hikâye, sonra anlatıcının yaşamı, en sonda da Türk edebiyatının kendi trajedisine sahip yazarlarına değiniyorsunuz... Ama hepsini bir sitem gibi kullanmışsınız. “Eteğimdeki taşları dökeyim” arzusu muydu bu?
- İsyan anlamında bir eteğimdeki taşları dökmek dersek, kesinlikle doğru. Bu anlayışsızlığa, bu uzak duruşa, bu umursamamaya karşı bir isyanın başlangıcı bile olarak algılanabilir. Çok yeni bir dönem var Türk edebiyatında ve genel olarak Türkiye’de. İnsanlar dinden, demokrasiden veya anlayışlı olmaktan dem vuruyor. Ama hiç söyledikleri şeylerle uyuşmayan hareketleri fütursuzca yapabiliyorlar. Artık 60 küsur yıllık ömrün bir bakış açısı olmalı diye düşünüyorum ve baktığım vakit çok acı bir tablo görüyorum. Eteğimdeki taşları dökmek bu açıdan önemli. Devamı da gelecek tabii. Bilinçli bir şekilde gözardı edilmiş insanların hikâyelerini yazmak istiyorum. Demek istediğim kaybetmiş gibi görünse de, kaybetmiş olmayı bilinçli olarak tercih etmiş insanları yazacağım.
*  Bilhassa üçüncü bölümde Türk edebiyatında çok hak yendiğini dile getiriyorsunuz. Bugün için de aynı şey sözkonusu mu?
- Aslında yazdıklarımdan daha fazla insanın hakkı yendi. Yalnızca edebiyatta değil birçok alanda bu hak yenmenin örneğine rastlayabiliriz. Türkiye birçok sanatçısını, yazarını sürekli el üstünde tutarken tuhaf bir şekilde çok daha önemli, yetenekli isimleri gözardı edebiliyor. Bugün öyle bir noktadayız ki, artık sanayileşmiş bir alan halini aldı edebiyat. Dolayısıyla onun birtakım kriterleri var, şayet onları yerine getirmezseniz -ki haklı olarak yerine getirmeyi istemeyecek insanlar çıkacaktır- yok addediliyorsunuz. Okur da bunun farkında değil. Halbuki bizim yetiştiğimiz yıllarda belki okur sayısı daha azdı, ama daha bilinçli bir okur kitlesi vardı. Eleştirinin önemi vardı. Bugün hırs dünyası halini aldı edebiyat ortamı. Ben şu kadar sattım, sen az baskı yaptın, şu kadar bandrol alındı, son kitabım için bilmem kaç liralık ilan verildi gibi diyaloglar dönüyor artık bir araya gelindiği zaman. Gazeteler bunları haber yaptığında okur da ona şartlanıyor, oysa diğer taraftan genç bir yazarın yeni bir kitabı çıkıyor ve kimsenin ruhu bile duymuyor. Bu hak yemek değil midir?
*  Kitapta seçtiğiniz isimler, bu son dönemdeki ortama tepki mi peki?
- Tabii ki bir tepki kitabı bu. Ama sadece edebiyata değil, siyasete de bir tepki bu. Sağ ve sol meselesi var, Âkif ve Fikret meselesi var. Belki başarısız yazmış olabilirim, ama ülkenin bu insanlara siyasetle beraber yönelttikleri hatalı yaklaşımlar var. Topluma sürekli olarak kurban vermişiz biz. Bunlar bana çok ürkütücü geliyor. Başa o tarihi hikâyeyi koymamın sebebi odur. Çünkü bu bizim mayamızda var aslında. Asırlardır devam eden bir kurban verme anlayışı sürüp gidiyor.
SON HİKÂYE TÜRKİYE İÇİN BİR ÇIĞLIKTIR
*  Kimi paragraflarda, “kabahati kabullenme” seziliyor. “Ben artık özür dilemeyi öğrendim” mi diyorsunuz? Başkalarından da böyle bir beklentiniz var mı?
- Başkaları için böyle bir beklentim, düşüncem elbette yok. Ama kendi adıma özür dilemem gerektiğini düşündüm. Hattâ itiraf etmem gerektiğini düşündüm. Bu hikâyelerde her ne kadar gerçek kişilerden yola çıkmış olsam da bazıları gerçek olaylar değildir. Ama yine de çok kurgu bölümler var, yine de örneğin yayıncıma “dangalak” demem hâlâ ayıplarım arasındadır. Kendisi büyük bir sukûnetle karşılamıştı bu terbiyesizliğimi. Daha sonra tabi ki pişman olup özür diledim ve küslük kalmadı aramızda, ama yine de bu hatayı işledim. Hep benmerkezciliğin sonucunda ortaya çıkan şeyler bunlar. Üzülüyor insan sonrasında hatırladıkça...
*  Kitapta kendinizle, ideolojilerle, bütün Türkiye’yle hesaplaşıyorsunuz. Bu kendinize dönük muhasebeden toplu hesaplaşmaya geçmenizin sebebi nedir?
- Türkiye’nin geleceğine dair endişeliyim çünkü. Eğer bu hesaplaşmalardan artık bir an evvel geçilmezse korkunç bir yöne doğru gidiyoruz gibi geliyor. Birbirimizi hiç anlamayan, birbirinden daha kopuk bir hâl alacağız. Herkesi öteki yapıyoruz ama onu ortadan kaldırmak için çabalamıyoruz. Mevlânâ’nın sözü sürekli hatırlatılıyor; “gel ne olursan ol gel,” diye. Bakıyorum ne gelen var ne giden, o zaman bu sözü daha çok söyleriz. Herkes tutturmuş barış, dostluk, hoşgörü. Ama ortada hiçbir şey olmadığı gibi, daha da derinleşen bir uçurum var ve her gün onun kıyısına yaklaşıyoruz. “Bizden” olmayanları, öteki olanı öyle görmezden geldik ki yıllardır, hiçbir şey değişmedi. Bu dün de böyleydi, bugün “şiddetle beraber” uygulanır oldu. O yüzden son hikâyem bir çığlık niteliğindedir. Bu durum böyle giderse, insanın tek dostu sükût suikastı olacaktır gibi geliyor. Finaldeki cümle öykünün kahramanı için söylenmiş bir cümle değildir, Türkiye’nin önündeki günler için söylenmiştir. Bakın ben bu hesaplaşmaları yaptım ve yapıyorum, artık herkesin yapması gerekiyor bence.

Haberin Devamı

HIRSIMA YENİLİP ÇOK KALP KIRDIM

Gençken başarılı olmanın arkasına sığınarak çok kalp kırdım. Gençlik yıllarımda, edebiyat çevrelerine girdiğim yeni yıllarda hem kendimi öne çıkartma saplantıları içerisindeydim, hem de kendini beğenmiş bir insandım. Korkunç hırslarım vardı. Sonra sonra bunlar, yaşamla ödeştikçe azalabildikçe azaldı. Bu hırslarım gerçekleşsin diye zaman zaman çok abuk subuk işler de yaptım. Meselâ bir tanesini hatırlıyorum; Yeni Edebiyat dergisi için Doğan Hızlan bir konuşma yapmıştı benimle, Pastırma Yazı kitabım için. “Sizin için Oktay Akbal’la Necati Cumalı ne anlam taşıyor?” diye bir soru sormuştu. Burada beslendiğim kaynaklar, öykü damarlarım hakkında fikrimi soruyordu. Cevap olarak, “kim ki onlar, tanımıyorum” demiştim. Tabii uzun yıllar benim için büyük vicdan azabı oldu bu cümlem. Gençliğin daha doğrusu yaşamamışlığın bu tarz hainlikleri oluyor. Bu başarının getirdiği bir kibirdi elbette.

Haberin Devamı

BU BİR ÇIĞLIK OLSUN İSTEDİM

Şüphesiz bütün metinlerimde hayatımla bir paralellik kurulabilir. Bu kitaptaki ilk öykünün kahramanı Şehzade Mustafa bile bunun bir sembolü sayılabilir. Bütün tarih sayfasında kendisine en az yer verilen padişahla benzer bir kaderi yaşadığıma inanıyorum. Bir öykümün sonunda “kimsenin olmadığı bir hayattı” diyorum. Bunun bilincindeyim artık, bir şeylerin değişmeyeceğini düşünüyorum. Bana başlangıçtan beri, yalnızlığın yazarı, hüznün yazarı gibi sıfatlar biçtiler. Açıkçası çok da sevmedim ben bu nitelemeleri, ama bu kitapta hakikaten bir umutsuzluk ve karamsarlık olduğunu kabullenmem gerek. Çünkü geleceğe dair bazı karamsarlıklarımı, umutsuzluklarımı artık dile getirmek istedim. Oldu veya olmadı ama bir çığlık olsun istedim!

Haberin Devamı

KİBİRLERİ OLAN BİR İNSANIM

Hâlâ insan kibirlerinin hepsini taşıdığıma inanıyorum. Necatigil’in söylediği, “hikmet burcu”na erebilmek için herhalde o kibirlerden kurtulmak gerekiyor en başta. Zaman zaman öyle arınma çabalarımın olduğunu sanıyorum. Sonra bakıyorum, eski hamam eski tas, eski bencillikler, öfkeler sürgit devam ediyor. Bir yandan da kendimi yontmaya çabalıyorum. Bu bir itiraf, oraya ulaştığıma ben karar veremem ve ulaşabilmek için çok şey yapmam gerek. Hâlâ bazı kibirleri olan bir insanım. Onu bir zaaf gibi değerlendirmemek gerek, biraz saplantı aslında o. Bunları yenmek gerekiyor gerçekten.

KALAN ZAMANIMI DOĞRU KULLANMAK İSTİYORUM

Şimdiye kadar edindiğim birikimleri doğru yansıtmak istiyorum, bir muhasebe yapmanın zamanı geldi de geçiyor bile. İnsan ömrünün belli bir sınırı var. Önümde olsa olsa kaç sene var, diye düşünüyor insan. Haliyle, kalan zamanı doğru kullanmak istiyorum. Başaran insanlar beni hep korkutmuştur aslında, kıyıda köşede kalmış, böyle yaşamayı tercih etmiş insanlar beni her zaman daha çok cezbetmiştir. Ancak bireysel olarak baktığımızda da, belli bir yaşı geride bırakmış olmak karamsarlıktan ziyade, kalan zamanı doğru değerlendirmek gerektiği düşüncesi doğruyor.

Haberin Devamı

FİKRET ÜRGÜP’ÜN ELİMDEKİ KİTABI LEVENT YILMAZ’INDI

*  Gündüzün Bir Kadeh Konyak öyküsünde Fikret Ürgüp’ün, Van kitabının özel bir nüshasına sahip olduğunuzu ama kimden aldığınızı, geri istemesin diye, söylemiyorsunuz. Kimden aldınız?
- Aslında söylemek istemiyordum gerçekten, ama öyküde yazdıktan sonra nasıl olsa soracaklar. Levent Yılmaz’ın kitabıydı o. Levent’in nereden bulduğunu bilmiyorum. Ankara’dan getirmişti. Argos Dergisi yıllarıydı ve özel bir bölüm yapacaktık. Fikret Ürgüp öleli epey olmuştu ama o nüshayı kullanmak daha anlamlı olacaktı. Levent kitabı benden bir daha alamadı. Bundan sonra da asla vermem tabii. Ama o nüshayı güzel bir şekilde değerlendirmek isteyen bir dergi olursa verebilirim.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!