‘En Uzun Gece’ bana bunları düşündürdü.
Bir de her şeye rağmen konusu aşk olan iyi bir romanın, bugün bile yazılabileceğini.
Ahmet Altan ile buluşmadan önce, ‘Herhalde kitabı on binlerce okurun eline ulaşmış bir yazarın tatmin olmuşluğu içindedir’ diye düşündüm.
Ama yanılmışım. Ahmet Altan, şaşırtıcı biçimde bir eksiklik duygusu yaşıyordu.
Çünkü kitap suskunlukla karşılanmıştı ve bu durum bir yazarın kırılgan dünyasında öfke patlamalarına yol açardı.
İşte böyle bir havada başladık Ahmet Altan’la.
Kitabı çıktığı günden beri sessiz kalmayı tercih eden Ahmet Altan, ‘Konuşmak istiyorum’ dedi ve başladı anlatmaya.
En Uzun Gece, farklı bir Ahmet Altan romanı mı?
- Bu galiba biraz farklı. Neresinin farklı olduğunu tam bilemiyorum. Ama kendine ait bir dili olduğunu biliyorum. Bir yazar genellikle bir kitap yazarken o kitabın, o hikayenin dilinin ne olması gerektiğini daha önceden düşünür ama bu kitap kendi dilini buldu ve yarattı. Belki bir farklılık bu. Ayrıca okuyanlar, bunun bir kitaptan ziyade bir hayata benzediğini söylüyorlar. Kitabı okuduktan sonra bir şey yaşamış gibi hissettiklerini söyleyenler oldu.
Etkileyici bir sinema filmi izlemiş gibi hissettim diyenler oldu mu? Sinematografik bir roman bu çünkü. - Bu da söylendi. Yani tam ne olduğunu ben de bilmiyorum ama bir şekilde diğerlerinden daha farklı bulunduğunu biliyorum. Ben de okuyacağım, ben de merak etmeye başladım.
Okumadınız mı bittikten sonra? Kitaplarınızı okumaz mısınız bitirdikten sonra?
- Kitabı bitirir ve teslim ederim. Ondan sonra bir daha bakmak istemem. Çok korkarım.
En Uzun Gece’nin asıl kahramanı bir kadın. Hayatında herkesten fazla sevdiği erkeği bırakarak Güneydoğu dağlarında uluslararası bir araştırma ekibine katılan bir kadın. O kadının sevdiği erkekten kaçışı, ondan kurtulmak isteyişi, ama bunu bir türlü başaramayışı... Bir erkek yazarın, bir kadın kahramanı bu kadar derinlikli anlatabilmesi şaşkınlık yaratıyor. - Bunu duymaktan her zaman çok hoşlanıyorum. Bazen bunu aşağılama için de söylüyorlar.
Evet. Size ‘Kadın ruhundan en iyi anlayan yazar’ falan diyorlar. - Aslında bir erkek için bu mümkün değil. Bir erkek kadını anlayamaz ama anlatabilir. Anlamadan anlatmak mümkün mü? Bir romancı için evet. Ben yazarların bir tür yapı değiştirebilen medyumlar olduklarını düşünüyorum.
Kadını anlamadan anlatmayı nasıl başarıyorsunuz?
- Kimi yazıyorsanız onun gibi olacaksınız. Bir kadını yazıyorsanız kadın, bir erkeği yazıyorsanız erkek, bir çocuğu yazıyorsanız bir çocuk olacaksınız. Bir romancının anlattığı kadın da kendi duygularını o romancı gibi anlatamaz.
Romanda anlatılan aşk biraz marazi. Anlatmaya değer aşklar sizce marazi midir?
- Aşkta bir tutku ortaya çıkıyor. Bu tutku, bizim bütün düşünce sistemimizi, duygu sistemimizi değiştiriyor. Hayattaki önceliklerimiz değişiyor. Ölümü bile ikinci sıraya düşüren bir durumdur aşk. Gerçek bir aşk dediğimizde, insanın doğarken sahip olduğu o şiddetli ölüm korkusunu bile ikinci sıraya düşüren bir olgudan söz ediyoruz. Bu şiddette kişilik değişiminden ve sarsıntıdan söz ediyoruz. Bunun için sağlıksız, hastalıklı, marazi, tutkulu filan diyebilirsiniz. Ama aşk, tek bir kelimenin tarif edebileceğinden daha büyük bir değişime neden olur.
Gerçek aşktaki hastalıklı tezahürleri neye bağlıyorsunuz?
- Çünkü aşk, bir teslimiyet. Kendinden vazgeçmek. Yani kendi egonun doldurduğu o büyük çanağın içine, birden bire başka bir varlığı yerleştiriyorsun. Buna alışkın değil insan. İnsanın ne zihni, ne ruhu, ne duygusal alemi bir başka varlığın kendi egosunun yerini almasına alışkın değil. Ama bu büyük, bu muhteşem sarsıntı sırasında bunu görüyor. Bir yandan o varlığı orada tutmak istiyor, ama bir yandan da kendi egosu o varlığı oradan atmak istiyor.
AŞK SÖZCÜĞÜNÜ NASIL ESKİTTİK, DÜŞÜNELİM
Böylece bir büyük çatışma ortaya çıkıyor. Romanda da bu büyük çatışmaya ve bunun yarattığı tuhaflıklara tanık oluyoruz. Mesela kadın, tutkuyla bağlı olduğu erkekten kurtulmak için başka bir erkekle cinsellik yaşıyor. - İnsanların en büyük zarflarından biri kendilerini beğenmeleri. Hepimizde kendimize hayranlık vardır. Bu hayranlık ne kadar büyürse kırılganlık da o kadar büyüyor. Eğer bir başka varlığı, kendi egonun yanına yerleştirdiysen ve sen kendine çok hayran birisiysen arada çıkan dövüşte çok kırılgan ve alınmaya müsait bir duruma geliyorsun. En küçük bir ses değişiminde, beklediğin ilgideki en küçük bir doz düşüşünde yaralanıyorsun ve beklemediğin tepkiler gösteriyorsun. Ama karşı taraf da aynı durumda. En anlayamadığımız şey şudur: Karşı tarafın bize çok benzediğini kavramakta çok zorlanırız. Hastalıklı dediğimiz şey budur. Bir yandan büyük bir öfke bir yandan da bağlanma ve tutku. Edebiyat açısından çok kıymetli olduğuna inandığım olağanüstü bir durumdur bu.
‘En Uzun Gece’ için ‘aşk romanı’ demek aslında haksızlık. Çünkü böyle bir niteleme romanı tam olarak anlatamaz gibi geliyor bana.
- Bunun için teşekkür ediyorum. Dilimizde bazı çok kıymetli sözcükleri ya fazla kullanımdan ya da yanlış kullanımdan eskittik. Birdenbire değerlerini kaybettiler. Aşk sözcüğü bunlardan biri.
Aşk sözcüğü o kadar eskidi ki sanki yeni bir aşk hikayesi anlatılamazmış gibi bir his var. -İnsana ait her duyguyu ‘aşk’ başlığının altına koyduk. Bütün duygulara aşk adını veremezsiniz. Bir eskime, bir değersizleşme ortaya çıkar. Düşünün: Ölüm korkusunu bile yenebilecek bir duygudan söz ediyoruz. Bize müthiş bir altüst oluş yaşatan duygudan. Ama aşk sözcüğü eskitilip değersizleştirildiği için şunu düşünüyoruz: Büyük aşklar yaşandı, yazıldı, artık bıktık ve şimdi dinlenme dönemi. Bu kelimeyi nasıl diriltiriz? Hak ettiği değeri nasıl veririz? Bilmiyorum. Ama tuhaf olan şu: Aşk kitabı dediğimiz zaman kötü bir şey söylemiş gibi hissediyoruz. Hayır, aşk kitabı demek kötü değildir. Hepimiz bu sözcüğün nasıl bu hale geldiğini düşünelim. Ve unutmayalım: Aşk, edebiyatın anlatabileceği en büyük çalkantıya işaret eder.
Okur mesajlarından kitap
Alkım Yayınları kitabın içine bir mail adresi koymuş. Okuyuculardan mail’ler geliyor. Onlardan bir kitapçık yapmayı düşünüyorum. Edebiyat ile sıradan insan arasındaki ilişkinin tahmin edilemeyecek kadar kuvvetli olduğunu gösteren tepkiler bunlar. Türkler kitap okumaz klişesi yıkılmış oldu
Son romanınız ‘En uzun Gece’ 500 bin sattı. Hepsi sattı mı?
- Büyük ölçüde bitti. Bayramdan sonra da ikinci baskısı yapılacak.
İkinci baskı ne kadar olacak?
- Bundan sonra yüz binlik baskılar yapılacak.
Bir Türk romanının 500 bin satması, ‘Bizde kitap okuma alışkanlığı yok’ klişesini de yıkar değil mi?
- Evet. Bir ezber bozuluyor. Türkler kitap okuyor diyebiliriz. Çünkü 500 bin gerçekten büyük rakam. Bu Avrupa için de, dünya için de çok büyük bir rakam. Avrupa’da bir seferde 500 bin basılmış bir edebiyat kitabı olduğunu ben bilmiyorum.
Biz kolayca 500 bin kitap diyoruz ama aslında rakam gerçekten çok büyük.
- Kitapların kamyonlara yüklenip sevk edildiği gece beni de çağırdılar. Gittim, gördüm. Kitaplar kamyonlara yükleniyordu. Şöyle bir şey düşündüm: 10 stadyum dolusu insan senin kitabını okuyacak.
Bir yazar bunu görünce ne hisseder? - Dehşet ve korku. Okuyacak insanları tahmin etmeye çalışıyorsun. Dünyaları birbirinden farklı on binlerce kişiyi düşünüyorsun. Ürperiyorsun tabii.
Kırıldığım için sustum, baktım başkaları da susuyor
‘En Uzun Gece’ için röportaj taleplerini geri çevirdiniz. Neden? - Kitaplarım yayınlandığında çıktım, konuştum. Başka yazarlar da konuştu. Ama bizim bu yaklaşımımıza saygısızca tepkiler gösterildi. ‘Tüccar’ diyenlere kadar vardı iş. Biraz küstüm ve bu saygısızlığı taşımamaya karar verdim. Bu nedenle son kitabımla ilgili konuşmamayı tercih ettim.
Ama şimdi konuşuyorsunuz. - Çünkü benim konuşmadığım zamanda, yani son bir yıl içinde bir buçuk milyon kitabım satıldı. Ben ağzımı açmadım. Şimdi ortada şöyle bir gerçek var ki benim konuşmamla kitabın satışı arasında birebir bir bağlantı yok. Bir de şu var: Bu sessizliğim birçok insan hatta birçok okuyucu tarafından bir tür kibir gibi algılandı. Hayır bu kibir değildi, bu bir kırgınlıktı. Bunu vurgulamam gerekiyordu. Bir ülkede yarım milyon kitap, roman okuyucuya ulaşıyor. Yazar sustu ama yazarları eleştirenler, yani ‘siz susun, sesinizi çıkarmayın’ diyenler de sustu. Tamam ben sustum ama sen niye susuyorsun? Derin bir sessizlik ortaya çıktı. Yazarı susuyor ama başkaları da susuyor. Buna da tepki göstermek istedim.
ROMANDAN İKİ KAHRAMAN
Küçük Heja’yı ağlayarak yazdım
Kitabın en etkileyici kahramanı, Güneydoğu gibi sert bir coğrafyada yaşayan 11 yaşındaki Heja. Çok ikna edici, çok canlı bir karakter.
- Ben onu gözyaşlarıyla yazdım. Beni çok etkiledi. Ayrıca onu çok sevdim.
Neden sevdiniz?
- Neden sevdim bilmiyorum. Sen sevdin mi?
Ben sevdim. - Neden sevdin?
Kürt sorunu dediğimiz, Güneydoğu sorunu dediğimiz o devasa ve karmaşık sorunun bütün ağırlığının minik omuzlara yüklendiğini gördüm. Yani o çocukta, o sorunu gördüm. Dramı gördüm. - Yazdıktan sonra düşünsel olarak baktığımda, evet ben de böyle gördüm. Yani Heja sanki orada yaşanan her şeyi, tek başına anlatabilen bir çocuk. Ama bu onu anlamamızı sağlar. Onu sevmemizi sağlamaz. Halbuki bu kitabı okuyan herkes Heja’yı çok seviyor. Belki de sevgiye muhtaçken sevgi için hiçbir talepte bulunmaması bizi etkiliyor.
Sempatik bir subay
En Uzun Gece’de Güneydoğu’da görev yapan bir subay da var. İngilizce biliyor. Kibar, neşeli, şakacı ve sempatik bir asker. Kafalardaki asker imajına pek uymayan bir subay bu.
- Zaten kitaptaki kadın, o teğmenle konuşurken, ‘Sen bildiğimiz, tanıdığımız subaylara benzemiyorsun’ diyor. Teğmen de ‘Sen kaç subay tanıyorsun?’ diye cevaplıyor. Evet, kafamızda bir subay imajı var. Bu ne kadar gerçek? Ayrıca bir imaj büyük bir kalabalığın bütününü gerçekten kapsayabilir mi? Onlar içinde farklı insanlar da var. Ben askerlik yaptım. Çok neşeli, hoş sohbet yüzbaşılara, teğmenlere rastladım. Ben romanda mesleğini seven bir askeri anlatmak istedim. Ben mesleğini seven herkesi severim. Mesleğini seven bir adama ben güvenirim.