Sohbet sırasında Denktaş, bazen gençliğindeki gibi tangolar söyledi, bazen de kahkahalar attı... Çocuklarının ölümünü anlatırken gözleri doldu, duvarında asılı duran ünlü Arjantinli şair Jorge Louis Borges’in şiirini okurken çok uzaklara daldı... Mücadelesini anlatırken ise 80 yaşına rağmen, deli akan bir nehir gibi coştu köpürdü...
RAUF Denktaş’la sohbet için 2 gün yeterli olabilir mi? Kuşkusuz hayır. Nefes almadan konuşuyoruz...
Denktaş’la sohbete başladığınız zaman saatlerin nasıl geçtiğini anlamazsınız.
O anlatmaya başlayınca yıllar, olaylar, heyecanlar, duygular da akmaya başlar. Durdurmak isteseniz bile durduramazsınız. Önce 1950’lerde
‘Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır’ sloganlarıyla esmeye başlayan milliyetçilik rüzgarına kapılırsınız. Sonra 1960’larda Türk jetlerinin ses duvarını delerek Kıbrıs üstünde uçtuğu geceyi yaşarsınız... Ardından 1974’te Türk paraşütçülerin Kıbrıs semalarından yağmur gibi akmaya başladığı sabah.
Ve akıp giden yıllar...
Biz de durduramadık.
Denktaş’la yıllar ve saatler akıp geçti. Kıbrıs davasını anlatırken karşımdaki bildiğim
Denktaş’tı. Önüne ne çıkarsa süpürüp götüren, barajları yıkıp geçen deli deli akan bir nehir gibiydi. Anlattıkça coştu. Coştukça anlattı...
Bütün hayatı Kıbrıs davasıyla doludur
Denktaş’ın. 3 çocuğunu kaybeden, geride kalan 3 çocuğuna da zaman ayıramadığı için içi yanan 80 yaşındaki bir babanın ve bir dava adamının hayatı 2 güne sığar mı?..
Denktaş’la 2 gün değil 2 yıl konuşsak yetmez.
AYDIN HANIM ANILARI
Şimdilik sadece, yıllardır unuttuğu
Denktaş’ı bulmaya ve uzun hayat yolculuğunda, gizli kalan önemli kilometre taşlarını aydınlatmaya çalıştım.
O anlattı. Anlattıkça da bazen 16 yaşında evlendiği
Aydın Hanım’a duyduğu aşkı yeniden yaşadı. Bazen
‘Sevdim bir genç kadını’ diye tango söyledi. Bazen de keyifli anlarında
Aydın Hanım için söylediği,
‘Papatya gibisin beyaz ve ince/Seviniyorum seni görünce’ diye şarkı söylemeye başladı ve sanki yıllar öncesine döndü. Bir ara da
‘Öyle sarhoş olsam ki bir an seni unutsam’ diye şarkı söylemeye başladı. Sonra
Aydın Hanım’a kızdı köpürdü...
100 YAŞINDA KISKANIRIM
Neden mi?.. Bir kez
Aydın Hanım ‘Söyle bakayım kim bu sarhoş olup unutmak istediğin’ deyivermiş.
‘Birdenbire şoke oldum tabii’ diye anlattı.
‘Yahu Makarios dedim... Makarios, bir dünya kursam içinde sen olmasan! Kim olacak dedim Makarios’ diye kahkahayı patlattı.
‘Aydın Hanım galiba biraz kıskanç’ deyince de
Denktaş ‘Biraz mı?’ diye dertli dertli iç çekti.
‘100 yaşıma da gelsem seni kıskanırım diyor ben ne yapayım.’
Aydın Hanım’la da İstanbul’da 5 saat sohbet ettik. Bazı olayları ağlaya ağlaya anlattı. Neler neler anlattı!.. Şimdilik bende saklı. Anlatmam için gözlerimin içine baktı
Denktaş Bey ama söylemedim. Sonra ikiz kızları
Ender ve
Değer’le de buluştuk. Onlar da anlatırken bazen gözyaşlarını tutamadılar. İstanbul’a dönmem gerektiği için ne yazık ki
Serdar Denktaş’la buluşmamızı ertelemek zorunda kaldık.
Denktaş, bundan sonra yaşayacağı Yılan Adası’ndaki iki katlı
‘efsane’ villasının kapılarını ilk kez bize açtı. Birlikte Lefkoşa’daki yeni ofisini de gezdik. Genç Kıbrıslı Türk meslektaşım
Oshan Sabırlı 1000 kare fotoğraf çekti. İşte 30 yıldır yaşadığı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na vedaya hazırlanan
Rauf Denktaş ve ailesinin acı tatlı hayat filminden kareler:
En son, oğlumun ölümünde ağladım50 yıl kendisini Kıbrıs’a adamış bir dava adamı
Rauf Denktaş. Ama aynı zamanda da bir baba. Hem de 3 çocuğunu toprağa vermiş bir baba. Belli ki anlatırken içi yanıyor ama gözleri kupkuru.
‘En son ne zaman ağladınız?’ diyorum.
Gözleri dalıyor
‘Raif’in ölümünde’ diyor.
‘Peki bazen yalnız olduğunuzda kimseye göstermeden ağladığınız olmaz mı?’
‘Gözlerim dolmaya başladığı zaman hemen bir kitap alırım. Unutmaya çalışırım’ diye anlatıyor.
Bana duygularını anlatan bir sayfalık bir not yazmış. Uzatıyor.
Okuyorum... Belli ki bir gece yalnız kalıp benim için káğıda dökmüş. Duygularının üstünde damlalar var. Çünkü okurken benim gözlerim doluyor. Onun duyguları benim yüreğimi yakıyor. İşte baba
Denktaş’ın hepimizden gizlediği iç dünyası:
‘Bugün Serdar’ın çocuklarına sarılışına, onları sevip okşamasına, oğlu Rauf’un araba yarışına yakın ilgisine, onu yalnız bırakmamak için elinden geleni yapmasına baktığımda, benim kendi eksiklerimi görür gibi oluyorum.
Çocuklarımla çocukluklarını yaşayamadım. Onlarla gereğinde gülüp oynayamadım.
Serdar da herhalde, çocukluğunda arayıp da bulamadığı yakın ilgiyi, sevgi gösterisini, okşayıp sevilmeyi kendi çocuklarından esirgememek duygusuyla hareket ediyor. Ender’in küçük oğlu Raif’e karşı gösterdiği sevginin de altında herhalde bu yatıyor.
Ben de, bensiz büyüyen çocuklarımın çocukluk hatıralarını anımsayamadığım için garip bir özlem içindeyim.
Ölen 3 çocuğumuzun matemini de yeterince tutamadım.
Münir’i 7 yaşında bademcik ameliyatında kaybettiğimde Ankara’daydım. İngilizin Rumları memnun etmek için TMT’cidir diye tutukladığı 30-40 kişinin serbest bırakılmalarını sağlamak için Türkiye’deydim. Ölüm haberini İstanbul’da havalimanında Kıbrıs’tan gelenlerden öğrendim. Cenaze merasiminde de bulunamadım. Eşimle 9 yaşındaki oğlum Raif’i İstanbul’a davet ettim ve birlikte İzmir’e ablamlara gittik. Yolda Raif bana ‘Münir nerede?’ diye sordu. Kısa bir tereddütten sonra kendisine gerçeği söyledim ve Raif’in bir çiçek gibi içine kapandığını gördüm. Bir daha bu konuyu açmadı.
Münir’i benden izinsiz niye ameliyata yatırdıklarını hiç konuşmadık. Yıllar sonra, Raif trafik kazasıyla kendi hayatını kaybettiği tarihten birkaç ay önce bana geldi. ‘Baba, Münir’le dedemin mezarlarının etrafını demir parmaklıklarla çevirttim. Güzel oldu’ dedi. Münir’i rüyasında görmüş ve içinden gelmiş.
Ağlamak istedim ancak ağlayamadım.
Raif’e sarılıp öpmek istedim, bunu da yapamadım.
Duygularımı dışa belli etmemek bende, içinde bulunduğumuz durum nedeniyle olacak, bir karakter haline gelmişti. Kıbrıs meselesi ve bu mesele nedeniyle omuzlamak zorunda kaldığım sorumluluklar mı buna mani oldu, yoksa doğuştan mı bu böyleydi, pek bilemiyorum.’Duvarında Borges’in ünlü şiiri duruyorDenktaş’ın Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki odasının duvarında,
Jorge Luis Borges’nin benim de çok sevdiğim şiirini görüyorum. Okumaya başlıyor:
‘Eğer hayatımı yeniden yaşamış olsaydım
Daha fazla yanlışlar yapmaya çalışırdım.
Mükemmel olmaya da çalışmazdım. Daha rahat olurdum.
Daha fazla dolu dolu yaşardım.
Daha az şeyleri ciddiye alırdım...’
Sonra duruyor ve iç geçiriyor.
‘Bunların hangilerini tekrar yaşasam yapmazdım, o başka mesele’ diye mırıldanıyor ve ekliyor:
‘Aynı şartlar olsaydı başka bir şey yapamazdım ki. Ama şartlar farklı olsaydı. Çok daha rahat olurdum. Şartlar öyleydi ki her günü ciddiye almak mecburiyetindeydik. Çünkü hayat memat meselesiydi. Hürriyetimiz bahis konusuydu. Türk adası addettiğimiz bir Kıbrıs’ın Türkiye’ye dönük bir Yunan üssü olması bahis konusuydu. Bu yüzden o şartlar altında başka bir şey yapamazdık.’
Sonra şiiri okumaya devam ediyor:
‘Yeniden yaşasaydım
İlkbahardan sonbahara kadar çıplak ayaklarla dolaşırdım...’
Sonra duruyor:
‘Şartlar müsaade etseydi ben hep bunları yapmak isterdim’ diye gülüyor.
Okumaya devam ediyor:
‘Daha fazla güneşin doğuşunu izlerdim. Ama 85 yaşındayım. Ve biliyorum ki ölüyorum.’
Ve yine çocuksu muzip haliyle gülüyor:
‘80 yaşındayım ama henüz ölmüyorum.’
SEVDİM O GENÇ KADINI
Takılıyorum Denktaş’a:
‘Aydın Hanım’la güneşin doğuşunu seyrettiniz mi?’
Yüzüme hayretle bakıyor:
‘Alay mı ediyorsun? Nerde o şans! Nasıl seyredelim, çok geç kalkar. Sabah uykusuna bayılır’ diyor ve kahkahayı patlatıyor.
Muzip
Denktaş’ı yakalamışım bırakır mıyım? Yine takılıyorum:
‘Aydın Hanım bana söyledi, tangoyu severmişsiniz.’
‘Tek bildiğim dans o da onun için’ diye kahkaha atıyor ve ekliyor:
‘Gençliğimizde tango çalınca dans ederdik. Şimdi iki adım atınca hadi oturalım diyorum.’
‘Ya Aydın Hanım’la sevdiğiniz bir tango?’
Ve bir anda eskilere dönüyor ve söylemeye başlıyor:
‘Sevdim o genç kadını/ Ansam onun adını/Her şey beni ona bağlar/Kalbim durmadan ağlar/Gitti o gelmeyecek/Gelse de görmeyecek...’
‘Aman efendim sesiniz çok güzel. Hálá Aydın Hanım’a söylüyor musunuz? diye takılmayı sürdürüyorum. Gevrek bir kahkaha daha patlatıyor:
‘Geçti zamanı. Geçti.’Emekliliğini Yılan Adası’ndaki villasında geçirecekRauf Denktaş’la Başkanlık Sarayı’ndan çıkıp KKTCB plakalı Mercedes’e binip Kıbrıslı Türkler için bir efsaneye dönüşen Yılan Adası’ndaki villasına doğru yol alıyoruz.
20 yıl önce Denktaş’la yine bir Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında böyle köy köy gezerek bir yolculuk yapmıştık. Ama o zaman Mercedes’i Denktaş kullanıyordu. Bir köye gitmiştik. Denktaş elinde fotoğraf makinesi, hem fotoğraf çekiyor, hem de gittiğimiz her yerde köylülerle konuşuyordu.
O zaman kimse ona ‘cumhurbaşkanı’ demezdi. Adı ‘Denktaş Bey’di. Nereden geçtiysek el sallayan gençleri ve köylüleri hatırlıyorum..
Denktaş’la bu defaki yolculuğumuz oldukça farklı. Yollardan geçerken eskisi gibi el sallayan yok. Herkes, KKTC bayraklı Mercedes’e sessizce bakıyor.
Yılan Adası’ndaki villa, askeri bölgenin içinde olduğu için şimdiye kadar hiçbir gazetecinin girip fotoğraf çekmesine izin verilmemiş.. Denktaş ilk kez villasının kapılarını bize açıyor. İki katlı villaya geldiğimiz zaman Denktaş uyarıyor:
‘Askeri yerleri çekmeyin olur mu’
Birkaç vilanın içinde bulunduğu bölgeye girerken fotoğraf çekmiyoruz. Denktaş’ın iki dönüm arazi içindeki villası iki katlı. Bahçenin içinde de minik bir hayvanat bahçesi var. Denktaş’ın yıllar önce tanıştığım muhabbet kuşu ‘Cici’ de orada. Önce onu ziyaret ediyoruz. Denktaş ‘Cici... Cici’ diye sevgiyle sesleniyor Cici’ye... Sonra eve yürüyoruz. Bize 3 sevimli köpeği eşlik ediyor. Teras muhteşem. Deniz ayaklarımızın altında.
‘Buradan güneşin batışını seyretmek çok güzel değil mi’ diyorum. Gülüyor:
‘Herhalde. Daha seyredemedim. Belki bundan sonra’ diyor....