Güncelleme Tarihi:
Ruhi Mücerret’i okumaya, ‘Hangi yakın zamanda öleceğim kim bilir’ diyen arabesk şarkı ve İstiklal Marşı’nın ‘Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın’ dizesiyle başlıyoruz. Bu ikisinin bir araya gelişi Nâzım Hikmet’in ‘Kuvayi Milliye Destanı’ndan “Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair. / Kim bilir belki yarın...” dizelerini hatırlattı bana. “Zaferden sonrasına kala kala böyle bir arabesk şarkı kaldı bize” mi demek istediniz acaba?
- İlginç bir bağlantı kurmuşsunuz. Ben orada yalnızca birbirini bütünleyen iki alıntıya yer verdim. Ve bunu da Ruhi Bey’le ilgili kılmayı denedim. Ama cevabım şu: İstiklal Harbi’nde elde edilen mana yüklü zaferin ardından yine mana yüklü bir barış gelmeliydi. Gelmedi. Sinir harbi, ağız dalaşı, geçim derdi, psikolojik savaş, hayat mücadelesi, az gelişmişlik, emir kulluğu... gibi çarpık yörüngelerde dönüp duruyoruz. İşlek, gelişkin, hissedilir bir barış inşa edemedik.
Arabesk demişken, Haydarpaşa Garı’nda gece bekçisi Ruhi Mücerret 40 sene boyunca akşamdan sabaha TRT Radyosu’ndan klasik müzik dinliyor. Siz de roman boyunca okuyucuya dinletiyorsunuz. Fazıl Say’ın geçen sene sarf ettiği “Arabesk vatan hainliğidir” sözüyle yeniden gündeme gelen bu iki müzik türünün ülkemizde bir türlü barışamamasına dair neler söylersiniz? Ne anlatıyor bize Ruhi Mücerret’in klasik müzik sevdası?
- Fazıl Say’ın enerjisi ve kondisyonu çok yüksek, fakat tekniğini çözemiyorum. Onunla ringe çıkmak istemem. Benim romanımda, bahsettiğiniz türde bir mesaj yok aslında. Şahsi görüşümse, özgürlükçü olmak gerektiği yönünde. Özgürlükçülüğün önemli bir koşulu, ‘kolaylaştırıcı’ olmaktır. Ve tabii insanları aşağılamamak. Ben, arabesk de klasik Batı müziği de dinliyorum. Bence, Fazıl Say da arabesk dinliyordur. Klasik müzik sevenlerin arabesk, arabeskçilerin de klasik müzik dinlemesi gerektiğini düşünüyorum. 20 yıl önce bir arkadaşım, Ferdi Tayfur’un bir şarkısında Schubert’e ait bir melodi saptadığını söylemişti. Asıl diyeceğim, klasik müzik dinlemek gibi çok basit bir yönelişi, üstünlük iddiasına dönüştürmek hiç de delikanlıca değil. Türk aydını, halkıyla didişeceğine, ona efendice iki cümle söylesin. Fazıl Say sözgelimi “Ey halkım, Bach’ın Re Minör Toccata ve Füg’ünü dinleyin, bana güvenin, seversiniz” dedi de, insanlar onun hatırını mı kırdı?
Haydarpaşa Garı demişken, roman Kurtuluş Savaşı sahnelerinden önce bir başka savaş sahnesi Pepsi-Coca Cola savaşı ile başlıyor. Pepsi gemisi Coca Cola treniyle çarpışırken gar da gümbürtüye gidiyor. Bildiğiniz gibi Haydarpaşa Garı da yakında Kentsel Dönüşüm’den payını alacak. Romanınız sonlanırken Doğan Hasol’dan “Kötü binada iyi insan yetişmez” alıntısıyla mimarinin öneminden bahsediyorsunuz. Bu dönüşüm politikalarıyla nasıl bir nesil yetişiyor sizce?
- ‘Kentsel dönüşüm’ tabiri kulağa hoş geliyor. 35 ilde 70 binden fazla bina yenilenecek. Büyük iş. Fakat bizim tek sorunumuz binalar değil. Kaldırımlarımız çok dar. Yürüyemiyoruz. Şehirlerimiz, insanların rahat hareket edebileceği tarzda planlanmamış. Gün ışığından, denizden, ağaçtan istifade etmede çok beceriksiziz. Mimari bilinçten yoksun bir dönüşüm çabasının verimli olacağını pek sanmıyorum. Çok basit: Şehirlerimizde, otomobillerin insanlardan daha değerli olduğunu düşündüren bir işleyiş ve görünüm var. Bu utanç verici değil mi? Hepimiz, üç kuruşluk arabaların fizik üstünlüğü elde ettiği yollarda aşağılanıyoruz. Daracık kaldırımda hırpalanırsın, üstüne su sıçratılır, rezil kornalar çalar... Sonra da sosyal barış, içtenlik ve hoşgörü umarsın... Mimari konusundaki cehalet, hayatımızın tüm alanlarındaki anormalliklere ve yozlaşmalara kaynaklık ediyor.
Nesil demişken Ruhi Mücerret, İstiklal Madalyası’nı ismiyle müsemma, ‘gözleri Doğu ile Batı arasında bir ışıklı köprü’ genç Civan Kazanova’ya yadigâr bırakıyor. Civan Kazanovalar’dan ne kalacak acaba geleceğe?
- Romanlarım o kadar da alegorik, göndermelerle dolu metinler değildir. Civan Kazanova’yı Doğu ile Batı arasında bir köprü olarak düşünmedim hiç. Civan’dan geriye ne kalacak? Bilmiyorum. Umarım, sıkı bir sağ kroşenin izi kalır.
Ruhi Mücerret’in hikâyesini okumaya Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan ‘O güzel ismini son nefesimde/ anıp da bahtiyar ölmek isterim’ alıntısı ile başlıyoruz. Bölükbaşı gibi Kuvayi Milliye hareketine karşı çıkmış bir düşün insanından yaptığınız bu alıntının ardından Mücerret’in anlattığı Kurtuluş Savaşı ve o Kuvayi Milliye kahramanları nasıl yorumlanmalı?
- (Gülümsüyor) Öldükten sonra hepimiz öpüşüp barışacağız. Kavgalar, fikir ayrılıkları, inanç farklılıkları, adaletsizlikler, suçlar... hepsi dünyevi şeyler. Rıza Tevfik’ten alıntı yaparken, yalnızca Ruhi Bey’in duygu durumuna ilişkin bir sinyal vermek niyetindeydim.
Ruhi Mücerret kendisinden 70 yaş küçük Nazlı Hilal’e âşık oluyor. Yaş farkı itibariyle de bir nevi imkânsız bir ilişki. İkisi de isimleri itibariyle oysa İstiklal Marşı’nın ‘Aynı şiirin kelimeleri’. Bu iki karakter için neden böylesine imkânsız bir ‘aşk’ kurguladınız?
- Hatırlarsanız, Ruhi Bey “Hiçbir aşk bu kadar umutsuz olamaz” diyor. Hepten umutsuz, enikonu saçma, tümüyle münasebetsiz aşk... Bence parlak bir fikir. Japonlar böyle şeylere bayılır. Fakat benim kahramanım yalnızlığına rağmen kalbinde şefkat ve hürmet üretebiliyor.
Gördüğüm kadarıyla, gönül işlerinde ihtimaller, hayli yekûn tutuyor. Başlamadan, dile gelmeden biten aşkların muhasebesini yapabilsek, elimizde böyle bir istatistik olsa, mesela “Kim kimi umutsuzca düşünüyor?” bilebilsek, eminim şaşar kalırdık.
Şu anda bu soruyu sorarken cep telefonuma arka arkaya üç mesaj geldi, bankam olmayan bir bankadan, alakam olmayan bir yapı inşaat firmasından ve iktidarsızlığa da çare bir sağlık sitesinden. Sabahları sigarayı bırakmam için Sağlık Bakanlığı’nın, yeni alternatifleriyle bankaların, telefon hattı şirketlerinin vs telefonları ile uyanıyorum. Bazen uyumadan önce reklam jingle’ları söylerken buluyorum kendimi. Romanınızda bilimkurgu halini alan bir durumun böylesine gerçek olması değil mi esasen korkutucu olan?
- Sıradan bir şehirli, günde ortalama 18 bin ila 20 bin arasında reklam mesajına maruz kalıyor. Şehrin mimarisi, reklam panolarıyla, tabelalarla ambalajlanmış durumda. Giysilerimizdeki amblemler, otobüslerdeki koltuklar, hatta umumi tuvaletlerde bile reklamlar var artık. Pisuarların üstüne panolar yerleştiriyorlar. Tuvalet yazılarının yerini de reklamlar aldı. Televizyonda insanların sözleri yoğurt veya tıraş bıçağı reklamlarıyla kesiliveriyor. Reklam mail’leri, SMS’leri, çağrıları dinmek bilmiyor. Bizler bu anormalliğe karşı bir duyarsızlık zırhı kuşanıyoruz. Ebeveynler, çocuklarının Facebook’taki arkadaş listesinde yer almakla övünüyorlar. Tüm bunlar korkutucu mu? Emin değilim. Sadece, gördüğüm kadarıyla hepimize değersiz mahluklar muamelesi çekiliyor.
Roman kahramanlarınızdan filozof Avni Vav Bey, ‘Şapşalın ulaşabileceği en yüce mertebe’ başlığı altında cami avlusunda arkadaşlarına içinden “Şehvet, aşktan daha net ve pratiktir” gibi cümleler geçen bir söylev çekiyor. “Siz ne biçim Müslümansınız?! Esaslı bir günah bile işleyemiyorsunuz?” diye çıkışıyor. Kısa bir zaman önce Dücane Cündioğlu da dindarları “Yola çıkmak yoldan çıkmaktır” diyerek Vav’ın da ortak temennisi sınırları yoklamak adına günaha davet ediyordu. Bu davetlerinize icabet ediliyor mu sizce?
- Dücane Cündioğlu esaslı bir düşünce adamı. Roman karakterlerimin sözleri, kendilerini bağlar. (Gülüyor) Gerçi ben, Dücane Bey’i de roman kahramanına benzetiyorum. Açıkçası, kimseyi bir şeye davet ettiğim yok. Bence insanlar yeterince zekiler. Sadece, bazı konuları düşünmemiş, sorgulamamış olabiliyorlar, hepsi bu. Ben de her gün yeni şeyler öğreniyorum. İnsanlar kendi kararlarını vermeli. Sanırım bundan kaçılıyor. Çünkü emir almak, onur kırıcılığına rağmen çoğu kimsenin kolayına gelir. Hepimiz, bir aptalın bize ne yapacağımızı söylemesini bekleriz. Dolayısıyla kibirli ve baskıcı olmak için, zannedildiği gibi güçlü ve zeki olmak gerekmez.
Kapakta Cüneyt Arkın var çünkü...
Cüneyt Arkın bir süper kahraman. Tüm çocukluğumuz, gençliğimiz onun filmleriyle geçti. Hâlâ severek izliyorum. Orhan Gencebay ise olağanüstü bir besteci. Özellikle 1970’lerin Türkiyesi, biraz da Gencebay’ın eseridir. Bence ikisi de aşılması güç sanatçılar. Evet, popüler kültürün bir parçası oldukları söylenebilir, fakat popüler kültür, Enis Batur’un da dediği gibi, tümüyle kötü değildir. Aksine son derece önemli kazanımlar barındırdığı bir gerçektir.
Sürprizsiz roman olmaz
Okur... Okur olmazsa roman da olmaz, romancı da. (Gülümsüyor.) Ben olay anlatmaktan yanayım. Soyut, muğlak, belirsiz anlatılar bana göre değil. O tarz bir roman okuyacağıma, felsefe kitabı okurum bin kat daha iyi. İkincisi, hızlı akan metinleri seviyorum. Gerçek hayatta sürprizlerle aram yoktur, fakat roman sürprizsiz olmaz bence. Bir de mizah. Hayat bu kadar komik iken, bir romanda mizaha yer verilmemesi bana uygunsuz görünüyor.