Güncelleme Tarihi:
Muhsin Akgün’ün ‘Söz ve Müzik: İstanbul’ kitabı toplu halde görülen bu rüyaları; berrak bir şekilde hatırlamamızı sağlıyor. 1999-2010 döneminin en parlak müzik sahnesini özetleyen bu kitapta Akgün’ün fotoğraflarına ‘söz’ yazanlar arasında Banu Güven, Perihan Mağden, Nejat İşler ve Pelin Batu gibi isimler de var
Muhsin Akgün’ü Radikal’e çektiği nefis performans fotoğraflarından bilirsiniz. Bilmeyenler için devam edelim. 1999’den beri yolu İstanbul’a düşen hemen hemen bütün starların konser fotoğraflarını çekti Akgün. Yani 200’den fazla şarkıcı ve grubun... Rock, pop, caz, hiphop ve elektronik müzik ayrımı yapmadı, hiçbir mekana burun kıvırmadı. Olimpiyat Stadı’ndaki U2’nun sahnesinin önünde de, bilet bulması zor havalı festivallerde de, Beyoğlu’nun karanlık barlarında da sanatını konuşturdu.
Bazen bir gecede üç ayrı konser kovaladı. Bazen fotoğraf çekimi için ayrılmış o düdük gibi 10 dakikada harikalar yarattı. Onca yıllık emeğinin gazete sayfalarında sararıp solmasına gönlü razı gelmediği için de, “Neden şöyle derli toplu, kallavi bir kitap yapmayalım ki bunca malzemeden” diye düşündü. Böylece yaklaşık üç yıl önce; Roll, Postexpress ve Bir+Bir dergilerinden tanıdığı müzik yazarı Derya Bengi’nin kapısını çaldı.
SÖZ VE MÜZİK HELVA OLDU
Akgün izlediği yaklaşık 207 konserin fotoğraflarını kitabın editörlüğünü üstlenen Derya Bengi ile birlikte tek tek elden geçirdi. Konserlerde sık sık selamlaştıkları yazar, gazeteci ve sanatçıdan bu fotoğraflara ‘söz’ yazmasını istediler. Sağ olsunlar, onlar da hatırlarını kırmadı. Bir tek Çağan Irmak, o sıralar ‘Issız Adam’dan dolayı başı kalabalık olduğu için projeye dahil olamadı. Geri kalan herkes, dinledikleri konserlerden kendilerine kalan ‘o hissi’ kaleme döktü. Hatta kimisi müzik yazarlarına bile taş çıkardı.
224 kareyle müziğe ve İstanbul’a saygı duruşunda bulunan bu kitaba Murathan Mungan’dan Banu Güven’e, Perihan Mağden’den Yıldırım Türker’e ve Nejat İşler’den Pelin Batu’ya kadar 33 kişi katkıda bulundu. Fotoğrafları çeken Muhsin Akgün bile aşka geldi, 2000 yılındaki Alanis Morissette konseri hakkında bir yazı patlattı.
Hakan Lokanoğlu tasarımını yaptı, Tuğrul Eryılmaz önsözünü yazdı, Stuart Kline İngilizce’ye çevirdi. Efes Pilsen de destek olunca eldeki un, yağ ve şekerden ‘Söz ve Müzik: İstanbul’ adlı leziz bir helva çıktı. Bu 223 sayfalık kitap ecnebi ‘coffee table book’ tabir ettikleri cinsten. Yani enine, boyuna ve içeriğine dolgun. Şimdilik sadece 500 adet basıldı. Üstelik yükte ağır ama pahada hafif. Hediyesi sadece 80 lira.
İSTANBUL’UN MÜZİĞİNE KİMLER SÖZ YAZDI
Yıldırım Türker (Antony & The Johnsons), Fatih Özgüven (Elvis Costello), Tümay Yazıcı (Depeche Mode), Perihan Mağden (Bryan Ferry), Pelin Batu (Grace Jones), Yeşim Tabak (Chris Cornell), Banu Güven (Tony Bennett), Yücel Göktürk (Nick Cave),
Tolga Akyıldız (Pat Metheny), Cem Sorguç (The Good, The Bad & The Queen), Sevin Okyay (Marcus Miller), Tuğrul Eryılmaz (Marianne Faithfull), Merve Erol (Patti Smith), Mehmet Tez (The Magic Numbers), Serkan Seymen (Suzanne Vega), Küçük İskender (Muse), Ogan Güner (Robert Plant), Aslı Onat (Megadeth), Murathan Mungan (Metallica), Derya Bengi (Noir Désir), Ahmet Uluğ (Manu Chao), Görgün Taner (Lou Reed), Pelin Opçin (Leonard Cohen), Nejat İşler (Sepultura), Pınar Öğünç (Sonic Youth), Elif Cemal (PJ Harvey), Cüneyt Cebenoyan (Peter Gabriel), Melis Danişmend (Tori Amos), Muhsin Akgün (Alanis Morissette), Yavuz Baydar (Wayne Shorter), Ayça Şen (Pink), Cem Erciyes (Pulp) ve İlhan Erşahin (Norah Jones).
Bal kasesine düşmüşüm
BRYAN FERRY / PERİHAN MAĞDEN
Bryan Ferry, siyah pantolonladığı ince uzun bacaklarının üstünde beyaz bir gömlek ve bir jaketçakarla çıkıyor karşımıza.
Mızıka çalıyor ve konser boyunca hiç mızıkçılık yapmıyor. Bu çok mühim! Zira ben yorgun düştüm. Yüksek Yüksek Egolar Tipi
Mızıkçılıklar’dan. Bizi de yormuyor, kendini de. Öyle güzel hareket ediyor ve öyle güzel bir sesi var ki! Bu güçlü ve fakat ‘bal’ gibi ses, konserin hemen başında Winnie-the-Pooh’nun bal kâsesine düşmüşüm hissini veriyor bana.
Yok yok, öyle değil: Yemyeşil çayırlarda elinde bal kâsesiyle koşuşan Winnie the Pooh kadar mesudum; üstelik yanımda sevgili dostum Tigger var. (Bundan iyisi) Zira Çocukluk(tan) Arkadaşım’la birlikte seyrediyoruz konseri. Biz ki, Hiç Konsere Gitmeyenler’den olmuşuz artık. Çok mesuduz. Şarkıları çok biliyoruz. “İyi ki gelmişiz” Olduk. Oluyoruz. “As Time Goes By”ını Altan’ın Yeri’ndeki akşamüstü ayinlerinden evimin içine, yüz bin kere filan dinlediğim için “Brian Ferry olsun benimki”
demiştim Muhsin’e. (İkinci tercih: Robert Plant) ‘Velvety’ (kadifemsi) şahane sesi. Tamam ‘underground’ değil. Artık. Ama bizler de değiliz. Artık. ‘Overground’uz ve de ‘ground’uz tam anlamıyla. Zaman öğüttü bizi. Aferin zaman! Zaman, Bryan Ferry kadar mazbutlasın herkesi. (Dilek Şişesi) İyiydi yani.
İlkelliğin güzelliğini hatırlattı
GRACE JONES / PELİN BATU
Yapış yapış bir yaz gecesi, evimin yumuşacık konforunu arkada bırakmanın verdiği kederle, bir vapura binip karşı kıyıya geçtim, yeni bir hikâyeye dalmak ya da bir yenisini yaratmak istemiyordum. Bir konsere gittim, öyle kemiklerinize kadar işleyen, dolu dolu, hayvansı, pagan işi bir şey olacağını, dansa ve aşka davetiye çıkaracağını, üzümleri ve yeşillikleri kutsamaya teşvik edeceğini hiç düşünmeden. Grace Jones, vahşi bir bitki, bir Karayip yaratığı, kirli şehirlerin ozanı gibi söylüyordu şarkılarını. Ama tek mesele enerjisi değildi, kulaklarımıza, gözlerimize ve kalplerimize ormanı ve sokağı taşıyan altın boynuzlu şapkaları ve pembe hulahopları aklımı başımdan aldı.
Hiç şüphesiz zaman içinde güzel bir hatıraya dönüşecek, meşhum bir Joy Division konserinde ya da kudurtucu bir Studio 54 partisinde olduğunuzu düşündürten gecelerden biriydi. Grace, şarkılarını, Fellini’nin ‘Casanova’sındaki plastik denizler kadar karanlık ve uçucu pelerinler içinde, vantilatörlere karşı söyledikçe, orgazm taklitleri yaptıkça, kıskanç kocalar ve edepli ebeveynler hakkında hikâyeler anlattıkça, kendimi sirklerde, otoyollarda, gür bitkilerin ve ışıltılı şehirlerin ortasında buldum. Bir an tuhaf bir şekilde Paris’teydik, sonra öfkeli bir kadının oturma odasında...
Biz, tıkabasa dolu amfitiyatronun merdivenlerinde kahkahalar savurup mümkün mertebe yoldan çıkarken, şarkılar bahtlarına düşen şapkalar eşliğinde birbiri ardına geldi. Dionysos şenliklerinin neye benzediğini düşünürdüm hep; o gece hayvanların, güzeller güzeli ‘trajedi’ kelimesini doğuran keçinin yerine geçtiğime inandırdım kendimi. İşte öylece terk ettik orayı sevgili dostlarım ve ben katışıksız masumiyet diyebileceğim saflığa, zarafete minnettar kaldım. İlkelliğin ne kadar iyi bir şey olduğunu hatırlatan unutulmaz bir geceydi.
Alex ve Lugana Sepultura’nın arkadaşıymış
SEPULTURA / NEJAT İŞLER
Sene 1991. Köprüaltı Kemancı yaşayan efsane durumunda. Artık metalciler çoğunlukta. Beş-altı bira bitmiş, tezgâhta
geçen günün yorgunluğu atılmış, akşam yemeği niyetine midye dolma. Midyeciyle kaç tane yediğimi tartışırken, acayip bir
şarkı patlıyor mekânda: ”I see the world, old... I see the world dead...” Midyecinin hesabına itiraz etmiyorum, hemen içeri
dalıyorum. Millet kendinden geçiyor. Parkinson Şeref böğürerek söylüyor şarkıyı. ”Kim ulan bunlar?” diyorum, yine böğürerek “Sepultura, Arise” diyor. O geceden sonra her gece, DJ Ethem’den aynı şarkıyı istiyorum.
Sene 2005. Amazon ormanlarının delikanlıları dört sene evvel gelmişler ama her nedense kaçırmışız konseri. Bizim Tezgah bir yaşında bir bebek. Her akşam ‘Roots’ çalarak kapatıyoruz dükkânı. Haber patlıyor, Fenerbahçeli Alex kadar sevdiğim Brezilyalılar Yeni Melek’e geliyorlar. Şahaneeee... Tezgâhtarlar Sinan, Ferruh ve ben, yanımıza aşçımız Hüseyin Usta ve arslan personelimiz Kubi ile Utkan’ı alıp çıkıyoruz dükkândan. ”Cuma’ya gittim, dönücem” hesabı, ”Sepultura konserine gittik, sizi de bekliyoruz” yazıyoruz kapıya. Önce kardeş dükkan Mono’da tütsülüyoruz kafaları. Hiko da heyecanlı. Onu ve birkaç şişe Jack Daniels’ı alıp giriyoruz içeri.
Konser ve aynı anda rüya başlıyor. Max Cavalera’nın yerinde hayvan gibi bir Afro-Amerikalı var. Derrick Green... Igor delirmiş gibi çalıyor yine. 30’ların ortasındayız ama 17 gibi hissediyoruz kendimizi. Bir tek sivilceler eksik. Hüseyin Usta kafası güzel olmasına rağmen bi garip izliyor bizi. Beş-altı gün sonra, daha kısık sesimiz yerine gelmeden, ağrıyan boynumuz
düzelmeden, Hüseyin Usta istifa ediyor. “N’oldu ustacım, neden, bir yanlışımız mı oldu?” diyoruz, “iyi değilim” diyor. Sonra telefonda ”Mutfaktaki kameralar neredeydi, dipfrizdeki palamutların içinde ne saklıyordunuz, Punk Levent Amerikan ajanı mı, gece 23.00’ten sonra ışıkları kısıp n’apıyordunuz?” gibi sorular soruyor. Durum vahim. Hiko patlatıyor bombayı: “Oğlum, herifi Sepultura konserine getirdiniz, alışık olmayan bünye, delirdi işte...”
Sene 2010. Dolmabahçe Küçük Çiftlik Parkı. Konseri düzenleyen Bronx Burak, ”Mutlaka gelin” diyor. Echoes Bülent’le buluşup gidiyoruz. Nedense benim orada olduğuma inanamayıp ”bi resim çekinebilir miyiz” diyenler var. Çekiniyoruz! Kafam güzel, hayat güzel, Sepultura her şeyden güzel... Bir dedikodu dolaşıyor: ”Alex ve Lugano grupla eski dostmuş, konsere gelmişler.”
Olacak iş değil. ‘Roots’ çalıyor, konser bitiyor, Punk Levent bizi kulise çağırıyor, o da ne? Lugano karşımda. Alex’in kızı hastaymış, gelememiş. N’aparız, nasıl ederiz derken, Lugano’nun yanındayım. İşaret ve serçe parmaklarımı havaya kaldırıyorum ve bu güzel ve yetenekli adama soruyorum: ”Bi resim çekinebilir miyiz?”