Oluşturulma Tarihi: Haziran 29, 2003 00:00
Herhalde pek az oğul, köşede kerli ferli bir heykel olarak dikilen babasının ismini taşıyan bir caddede geçirmiştir ömrünün büyük bir kısmını.Hadi diyelim ki böylesi örnekler var; bunların pek azı ödipal komplekslerle kasılıp kavrulmadan, bir koca ismin altında ezilmeden, nev-i şahsına münhasır, orijinal, her anı pırlanta gibi işlenmiş, muhteşem bir hayat sürmeyi başarabilmiştir.
Atatürk'ün Samsun'a birlikte çıktığı yakın silah arkadaşlarından, değerli devlet adamı Hüsrev Gerede'nin, ilki genç yaşta vefat etmiş iki erkek evládından biri olan Dr. Selçuk Gerede, böyle bir adam, adam gibi bir adamdı.Selçuk Gerede, muayene ücreti almayı etik ve prensip açısından doğru bulmadığı için, New York'taki Birleşmiş Milletler Hastanesi'nin kadrolu, maaşlı elemanı olana dek, hastalarını ücretsiz tedavi etmeyi ve gecekondularda oturmayı yeğlemiş bir onkologdu. O arada, tıp literatürüne değerli bir kılavuz eser olarak geçen, tuğla kalınlığında bir onkoloji kitabı döşenmişti.Birleşmiş Milletler'den ayrılırken, dünyanın dört bir yanından gelen hasta ve doktorlara yazdırdığı haiku'ların asılı olduğu duvarlarla çevrili bir evde ikamet ederdi; Hüsrev Gerede Caddesi'nde...Alain Delon'a taş çıkartan fiziksel güzelliği ve manyetik karakteriyle, sayısız kadını kendisiyle aşka düşürmüşlüğü vardı. Onunla tanıştığımızda, 70'lerini sürmekteydi. Ellerimi yıkamak için girdiğim banyosunun aynasında, bir kadının rujla ve tutkuyla yazdığı notu görmüş; hiiiç şaşırmamıştım.Ben de onunla müşerref olma şansına eren herkes gibi, ilk an itibarıyla müptelası olmuş, bana yine kahvaltıda biralar ikram etsin, başta Heidegger olmak üzere, filozoflardan zevk ve feyz almanın yollarını anlatsın, ismimin etimolojisinden girip Çin falına göre burcumdan çıksın diye, çerçevelenmesi gereken değerli belgelerle tıklım tıkış dolu çekmecelerle çevrili, her parçası -tıpkı kendisi gibi- bir yanıyla modern, bir yanıyla antika eserlerle döşeli, bas bas bağırmayan, rafine mi rafine bir zevki yansıtan, geleni gideni bitmeyen, tekkeyi andıran meskeninin müdavimleri arasına yazılmıştım.Selçuk Gerede, başka, bambaşka bir insandı. Kendisinden başka hiçbir şeye ve kimseye benzemeyen, muhteşem bir havası vardı. Hayatın esasını, küçük bir káğıda not edip, elime tutuşturduğu günü dün gibi hatırlar, káğıdı da hálá saklarım: ‘‘To be and to become.’’ Devşirmesi: Olmak ve var olmak...Selçuk Gerede, o káğıda anayasasını düşmüş tek kişilik bir cumhuriyet gibi tamamladı hayatını.Sonsuza dek olacağından ve var olacağından emindim. Her zamanki sersemliğim...Ercan Arıklı'nın ardından, O da gitti işte...Bütün karizmatik, kıymetli babaların terk-i álem eylediği ne lánetli bir dönemmiş bu böyle...SELÇUK BEY İYİ OLUNUZSusuz yaz... Gözlerimizle sulamak da bize düşecekmiş... Aaah: ‘‘O güzel insanlar, o iyi atlara bindiler, gittiler.’’ Kaldık mı bu boğucu otoban trafiğinde yapayalnız?Birkaç telefon görüşmesi haricinde hiç tanışmadığım ama harlı bir okuru olarak büyüdüğüm Çetin Altan'ın, 77. yaşı vesilesiyle kaleme aldığı yazıyı da okuyup, hepten dağıldığımdan beri, telefon muhabbetinden hiç hazzetmememe rağmen, kişisel arşivimden sildiklerim, artık yüzünü görmeye bile tahammül edemediklerim de dahil, vakti zamanında sevmiş olduğum tüm adamları teker teker arayıp, hállerini hatırlarını sorma ihtiyacı duyuyorum bu günlerde.Ya siz nasılsınız Selçuk Bey? Varoluşunuzdan memnun musunuz? Sağolun, biz de iyi olmaya çalışıyoruz. Bir de şu hasretlik denen belá olmasa... Bu günler yoğun geçiyor. İşi gücü bırakamadık; fazla mesai yapıp sizleri özlüyoruz.Haydi selámetle Selçuk Bey; iyi olunuz, var kalınız... Bilahare görüşürüz...Mankenler müziğe soyunuyor... Nazan Öncel, çıkış parçası Aynı Nakarat'ı acaba bugünleri öngörerek mi yazmıştı? ‘‘Görüntü var, ses yok!’’ Málûmunuz, konservatuvar mezunu mankenlerimizden olduğunu yeni öğrendiğimiz Nigar Talibova ile Gizem Özdilli ve Doğu Bekleriz'den mütevellit ‘‘yerli Spice Girls’’ projesi Adrenalin, en az etekleri kadar mini, beş parçalık albümleriyle müzik marketlerde yerini aldı. Bayanlar bu iş için bir ordu dolusu manken arasından seçilmiş, bir yıl boyunca koreograf antrenörlüğünde dans ve müzik hocalarından şan dersleri almışlar; peş peşe piyasaya sürülecek olan Sezen Aksu, Tarkan ve Ajda Pekkan single'larına rağmen, bu yaza damgalarını vurmayı hedefliyorlarmış. Umarız dart tahtasındaki ‘‘bulls eye /
boğa gözü’’nü, yani sayısal mealiyle 12'yi hedeflerken bizim gözümüzü çıkartmazlar. Bünyemizin
magazin toleransı yalama olduğu için ha bire zerk edilmeye çalışılan adrenaline rağmen tansiyonumuz düştü, tahmin edersiniz...Bu arada, Ayşe Hatun Önal da bin yıldır falan geyiği pişirilen bir şekilde şarkıcı olmaya hazırlanıyor málûm. Konuyla ilgili son beyanatını Naomi Campbell memleket sınırlarını terk eder etmez; ‘‘Aman şükür, podyum bize kaldı!’’ edasıyla, defile sonrasında buyurdu. Defilede tanıttığı geceliğin içine niçin iç çamaşırı giymediğini soran gazeteci ordusunu dumura uğratmayı başardı. Aferin ona: ‘‘Albümüm çıkana kadar iç çamaşırı giymeyeceğim.’’ Satır aralarını okuyan müzikseverler benim kadar korkuyor mu bilmem. Hanımefendinin esasta şunu beyan etmeye çalıştığını tahmin ediyoruz: ‘‘Sıkı durun, mankenler müziğe soyunuyor! Öpüldünüz!’’N'olucak bu Pınar Bebek'in háli? Kanat'ım kolum Atkaya'm geçenlerde bir dost meclisinde isyan etti; Ertuğrul Özkök bizzat köşesinde yazarak sordu: ‘‘N'olacak bu Pınar Altuğ'nun háli? Kadın yazarlar ve feministler uyuyor mu?’’ Peki biz, hafif nihilist bir yaklaşımla, soru karşıtı bir soruyla cevap verelim: ‘‘N'olucak bu 28 mütecavizi dalga geçer gibi serbest bırakılan 12 yaşındaki N.Ç.'nin ve cesedi kadınlar sırtlayıp kaldırmasa yerde kalacak, mevzuya kadınlar el koymasa, tepesine bahtı kadar kara mezar taşları dikilecek olan Emine Laval'ın háli?’’ Pınar Altuğ'ya ne mi olacak? Valla, zannımızca kakofonik bir patırtı eşliğinde kocayı boşayacak, sular durulsun diye altı ay kadar filan bekledikten sonra koluna yeni bir adam takacak, kasımda piyasaya sürülecek Barbie benzeri ‘‘Pınar Bebek’’lerin göbeklerini hayranları için imzalaya imzalaya tadını çıkaracağı kariyerinin keyfini sürecek, muhtemelen Prisma misali birkaç para tuzağı tarikata daha mürit yazılacak, şu olacak, bu olacak, Allah artırsın, afiyette kalacak. Daha özetle belirtmek gerekirse, Mehmet Ali Erbil'in dişi versiyonu gibi bir şeye dönüşecek. Bu da elbet makus bir talihtir ama feministler ve kadınlar bu aralar biraz meşgûl biliyorsunuz, Pınar Altuğ'yla uğraşmaya vakit yok. Naçizane tahminler silsilemizdir; hani sırf sordunuz diye...Hepimiz Hagi'yiz! Hasetimden çatlamak üzereyim. Naçar düştüm. Fanatik bir KSK'li ve GS'lı olmak, ayrıca BJK'ye sempati beslemek yetmezmiş gibi, şimdi bir de Bursa Spor'lu olmak gerekecek; iyi mi! Bu yazı cuma akşamı kaleme alındığı için gelişmeler konusunda eksikli kalabiliriz ama Hagi'nin, önümüzdeki sezon Bursa Spor'u iddialı mı iddialı bir takıma dönüştüreceği, zaten sırası şaşmış olan ‘‘üç büyükler’’ tarihini (sırıttığını çaktırmadan gülme efekti: Ehe-ehe-he... Kıs kıs kıs...) silbaştan yazacağı, şimdiden kuvvetle muhtemel. Resmi internet sitesinden şu açıklamayı yaptı Hagi: ‘‘Evime, Türkiye'ye gidiyorum. Özellikle BJK ve GS ile maç yapacağımızı düşününce çok heyecanlanıyorum.’’ Azizim, sizdeki heyecan var ya, bizim bünyemize taşikardi hesabından yazılır! Hoşşşgeldiniz...
button