O ‘büyük’ ve ‘güzel’ öyküyü henüz yazamadım

Güncelleme Tarihi:

O ‘büyük’ ve ‘güzel’ öyküyü henüz yazamadım
Oluşturulma Tarihi: Kasım 03, 2013 01:18

Sekiz yıllık aradan sonra ‘Düzenboz’ adlı öykü kitabıyla sessizliğini bozmuştu Başar Başarır.

Haberin Devamı

Bir yıl sonra ‘Teklifinizle İlgilenmiyorum’ geldi. Keyifli dili ve kıvamında mizahı kelimelerle arasının hiç açılmadığını gösteriyor. Bakın bunu nasıl anlatıyor.

Yaklaşık 10 yıllık aradan sonra geçen yıl ‘Düzenboz’ bu yıl da ‘Teklifinizle İlgilenmiyorum’ adlı öyküler toplamınızı yayımladınız. O dönemde, öyküyle aranızda her şey yolunda mıydı?
- Gayet iyi geçindik, aramızda hiç arıza çıkmadı. Ayrılmadık. Hatta içtiğimiz su bile ayrı gitmedi. Birbirimizi hiç bırakmadık. Biraz platonik takıldık, o kadar. Şaka maka, tam sekiz yıl yazmadan uslu uslu bekledim. Bir çeşit oruç tuttum. Yazan, yazarak mutlu olan kişi için zor bir şeydir bu. Sanırım yaradılışımdan da gelen bir tevekkülle, kıpraşmadan sakin sakin durmayı becerdim. Bekledim. Sonunda yazı bana döndü. Öykü perisi gelip değneğiyle dokundu kalemime. Haydi dedi, zamanı geldi. Yürü bakalım. Çile bitti.

Haberin Devamı

Sekiz yılda o kadar birikti ki, birdenbire yazıya mı döküldüler?
- Demlenen bir şeyler vardır daima. Ama onlar tam metinler değildir. Fikirler, ilhamlar, insanın karnında uçuşan kelebeklerdir. Düzenboz’u bir bütün kitap olarak tasarlayıp, milimetrik bir kalıba uygulamış, sonra da oturup sırayla öyküleri yazmıştım. ‘Ben-sen-o-biz-siz-onlar’ şeklinde. Ne var ki yaralı ceylan vurulduğu yere düşmüyor. Kanı akıp bitene kadar koşmaya devam ediyor. Ya da şöyle demeli: Tekerlekler bir kez dönmeye başlayınca vagon öyle kolay kolay durmuyor. Kısacası, aynı hızla ikinci kitaba geçtim. ‘Teklifinizle İlgilenmiyorum’daki dokuz öykünün tamamını Temmuz 2012-Haziran 2013 tarihleri arasında yazdım. Güncel olaylardan, çağdan, zamandan, sokaktaki insandan etkilenerek. Yazar dediğin zaten martı misali. Hayat vapurunun peşinden uçarız biz. Güvertede olup bitenleri seyreder, arada da denize düşenleri, önümüze atılanları toplarız.
Kitapla ilgili konuşmaya ‘dil’den başlamalı aslında. Tıpkı Salâh Birsel, Metin Eloğlu gibi ustaları andıran bir kıvraklık var. Gereksiz kelime oyunu olmadan...
- Türkçe gibisi var mı ya? Bizim dilimizde güzel söylenmiş bir söz, kıvamı tutturulmuş bir anlatım, yerinde kullanılan bir deyiş öyle büyük haz veriyor ki bana... Bu yüzden kelimeleri, cümleleri toplayarak ilerliyorum. İnsanların ağzından dökülen her yeni sözü mücevher gibi kadifelere sarıp heybeme atıyorum. Sürekli not alıyorum. Tabii bir de makama dikkat ediyorum. Tercihim eğlenceli, şen şakrak, şahane züğürt bir tonda anlatmaktır. Bundan sebep yazarken sürekli bu nevi söz öbeklerinin içinde yüzüyorum. Öykülerden birinde muhtar emminin de dediği gibi, lafın iyisi şakayla otururmuş. Olayım budur. Şakayla oturtmak. Zaten kalemin başını kafiye çekmeye başladı mı bir kere orada edebiyat bitiyor, cambazlık başlıyor. Ayarı tutturmak da bir mesele. Bende kimlerle akrabalık olduğuna dair önerdiğiniz gayet güzel bir parantez. Öyle diyorsanız öyledir. Edep vadisinde debelenip duruyorum işte, iki kalas bir heves. Ötesine karışmak bana düşmez sanki.
Benzer şekilde, örneğin ‘Distolcüler’ öyküsünde Tanpınar’ı ve onun kahramanlarını görüyoruz adeta.
- Vallahi bravo. Şöyle bir anım var. Distolcüleri ilk okuyan bir yakın dostum mektup yazmıştı, aynen alıntılıyorum: “Sevgili Başar kardeşim. Bu okuduğum hikâye senden şimdiye kadar okuduğum hikâyeler arasında en güzelidir. Bayıldım... İlk olarak iki ihtimal geldi aklıma: Birincisi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ruhunun (senin) içine girmiş olması ihtimali. Diğeri de senin bir şekilde Tanpınar’ın el yazmalarını ele geçirmen ve bizi uyutmaya çalışman. Umarım ikisi de doğru değildir.” Neyse ki ikisi de doğru değildi. Ama Tanpınar’a büyük zaafım, hayranlığım vardır. Min gayri haddin, böyle bir muhabbette dahi birlikte anılmış olmaktan tarifsiz mutluluk duyarım. Teşekkür ederim.
Anlatım biçimleri de önemli. Kahramanlar değiştikçe değişiyor her şey.
- Bir kez yaptığımı yeniden yapmaktan hiç hazzetmiyorum. Bu yüzden her seferinde yeni bir şey, farklı bir tarz arıyorum. Teknik olarak öykü sınırlı gözükür ama içinde yapılabilecek o kadar çok varyasyon var ki. Satranç gibidir. Temel kuralları herkes yarım saat içinde öğrenebilir satrançta. Ama bir şampiyonluk partisini bırakın oynamayı, tek tek hamlelerin hedefini anlayabilmek bile çok az insanın harcıdır. Öykü de öyle, satranca çok benzer. Temel kuralları kolay, açıktır. Ama her durumda kazanan hamleyi yapabilmek zordur. Arayışlarıma gelince, kendimi yolun daha çok başında görüyorum. O ‘büyük’ ve ‘güzel’ öyküyü henüz yazamadım. Bu da bana gayret ve heves veriyor.
Hikâyelerin bitiş şekilleri dikkatimi çekti. Bir hikâye olduğunu okura gösterir gibi, oldukça ‘net’ bir biçimde bitiyor öyküler.
- Öykü bitirmek hiç kolay iş değil. İnsan hayatta nerede duracağını bilmeli, değil mi? Hatta Tanpınar gibi söylersek, bu da pek çok başka şey gibi, bir ‘ölçü’ meselesi. Son öykünün durumuysa ayrı. Çünkü o henüz kapanmamış bir parantezi konu alıyor. Ne olacağını da bilemiyoruz an itibariyle. Bu yüzden de son öykü, son öykü zaten.
Son öykü Gezi Direnişi’yle ilgili. Olayları -öykü için en azından- bütün aktörlerin dilinden aktarıyorsunuz.
- O da bir perspektif. Bunu unutmamak lazım. Oradakiler insandı. Bütün zaaf ve eksiklikleriyle oradaydılar. Elbette hata da yaptılar. Olan bitene ‘mutlak’larla yaklaşanlar mutlaka yanlış yapacaktır. Ben eylemlere katılmış biri değilim. Ancak olayı dikkatle ve anbean izledim. Anlayabildiğim, görebildiğim kadarıyla da naklettim. Her yaştan, her cinsten insan vardı orada ama en dikkat çekenler ‘90 kuşağı’ tabir edilenler oldu. Önceleri hafife alınan, ‘çömez’ sayılan ekipti bunlar. Moda tabirle ‘bebeler’. Kendileriyle ilgili bütün yargıları ve önyargıları hâk ile yeksan ettiler. Nereden gelip nereye gittiklerini anlamak, seslerini duymak, dertlerine ortak olmak boynumuzun borcudur.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!