Onun için "Lütfi fotoğrafını çekmemişse Nobel Edebiyat Ödülü’nü alamazsın" efsanesi dolaşır. Çünkü onun bugüne dek fotoğrafını çektiği bütün ünlüler Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Aralarında kimler yok ki; Pablo Neruda, Jean-Paul Sartre, Nadine Gordimer, Octavio Paz, Gabriel Garcia Marquez, Günter Grass ve son olarak Orhan Pamuk. Fotoğrafını çektiği bu edebiyatçılardan oluşan "Lütfi Özkök Objektifinden Nobel Ödüllü Edebiyatçılar" kitabı Dünya Yayıncılık tarafından basıldı. İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşayan Lütfi Özkök’ü telefonla aradığımda endişeliydim. Yaşlıydı ve iletişimimiz zor olabilirdi. Fakat tam aksi capcanlı ve coşkulu bir ses hatta "Sesiniz Schubert’in bir bestesi gibi" diyerek iltifat ediyordu. Bu yazı, 85 yaşında tutkulu bir fotoğraf ustasının hayat hikayesi, coşkunun, maceranın bir izdüşümü.
Onun yolunu Türkiye’ye düşüren macera, Kırım’da bir düelloyla başlar. Annesi Emine Hanım’ın büyük dedesi, bir Rus prensini düelloda öldürünce, aile intikamdan korkup apar topar Romanya’ya göç eder. Romanya’da dünyaya gelen annesi Emine Hanım, yine Kırım göçmeni bir genç olan Mehmet Muradasıl’la evlenir, bu kez göçün istikámeti İstanbul’dur. O zamanlar 20 yaşındaki Mehmet Muradasıl, İstanbul’un Feriköy mahallesinde küçücük bir ev tutarak, aynı mahallede
balık satmaya başlar.
Üç çocuklarından en büyüğü Lütfi 1922’de dünyaya gelir ama doğum tarihi aslında hep bir muammadır. Annesi "Bir yaşını kutladığımızda, cumhuriyet kutlamaları yapılıyordu" der ama Lütfi’nin doğum yılı 1923 olarak kayıtlara geçer. Yıllar sonra üniversite okumak için gittiği Viyana sınırında, "Böyle doğum tarihi olmaz, hangi ay, hangi gün doğdun?" diye soran polislere, o günün tarihi olan "15 Mart" tarihini uydurur. Pasaportuna işlenen bu tarihten sonra da doğum gününü hep 15 Mart’ta kutlar.
Lütfi Özkök, okul çağına geldiğinde babasının müşterisi de olan ve o zamanlar İstanbul’un Osmanbey semtinde kurulu Jeanne d’Arc okulunun rahibeleri, Mehmet Bey’e "Sen Avrupalı sayılırsın, senin oğlanı bizim okula alalım" teklifinde bulunur. Ama okulun ücreti yüklüdür. Rahibeler, "Ücreti balık karşılığında ödeyebilirsin" deyince, Lütfi Özkök’ün, "Hayatımı değiştirdi" dediği okula gitmeye başlar. Aynı yıl, adını hatırlamadığı ama şimdi "Kabak kafalı bir Ermeni’ydi" diye tarif ettiği bir hocadan keman dersleri alır. Klasik müzik sevgisini işte o hocasına borçludur.
Mahalleden yaşça büyük arkadaşı Artin’in, bir kaldırım altında küçük bir fotoğrafçı dükkanı vardır. Meraklı bir çocuk olan Lütfi’ye fotoğrafçılıkla ilgili ilk bilgileri o verir. Babası da, ilkokulu bitirdiğinde oğluna, 6x9 Zeiss İkon körüklü fotoğraf makinesi hediye eder. İlk fotoğrafı bir sokak çeşmesinden su içen kardeşinin fotoğrafıdır. Annesine gelen misafirlerin portrelerini çekmekle, yağmurlu havalarda şimşeği yakalamak arasında bocalar durur.
Güzelliğe teslim olduğu lise yıllarında, gördüğü her güzel kıza uzaktan aşık olur. Ama Dame de Sion Lisesi’nde okuyan ve sonradan adının Nermin olduğunu öğrendiği bir platonik aşkı vardır ki, ona duyduğu hayranlık yıllar sonra bile peşini bırakmaz. Hatta yıllar sonra ilk çocuğu doğduğunda Nermin ile hayranı olduğu meşhur Finli atlet Nurmi’nin adını sentezleyerek, Nermi adını verecektir.
İŞGAL ALTINDAKİ VİYANA’DA
Oldum olası şiire meraklı bir gençtir. Fransızca öğrenince ünlü Fransız şairlerin şiirlerini okuyarak geçirir gecelerini. 15 yaşında Fransızca-Türkçe şiir çevirilerine bile başlar. Bir gün İnsan Dergisi’nde şiirleri yayınlanan Sabahattin Kudret Aksal’ın dizelerini okuduğunda, "Bunları yazan kişiyi tanımalıyım" der ve çat kapı Aksal’ın karşısına çıkar: "Şiirlerinize aşık oldum, sizinle tanışmak istiyorum" dediğinde Aksal, bu heyecanlı çömezi alır ve tanıdığı bütün şairlerle tanıştırır. O günden sonra artık Sait Faik, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Orhan Veli, Saláh Birsel, Behçet Necatigil, Selahattin Hilav gibi ünlü yazar ve şairlerle Beyoğlu’nda oturup şiir konuşur.
1943’te liseyi bitirdiğinde, aklı fikri Paris’e gitmektedir. Ama Paris Nazi işgali altındadır. Birileri de aklına Almanya’yı sokar. Devletten aldığı mimarlık bursuyla önce dil öğrenmek için Alman işgali altındaki Viyana’ya gider. "Nasıl olsa orada daha iyilerini bulurum" dediği fotoğraf makinesini ve kemanını da harçlık çıkarmak için satar. Ancak gittiği yerde matem elbiselerinden başka satın alacak bir şey yoktur. Viyana macerası Rusların Viyana’ya iyice yaklaşmasıyla 1944’te biter ve ilk trenle İstanbul’a geri döner.
PARKTA BAŞLAYAN AŞK
İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi’ne girer ama aklı fikri hálá Paris’tedir. Nihayet 1949’da mühendislik okumak için izin çıkartır. Çünkü o yıllarda Paris’e sadece mühendislik öğrencileri kabul edilmektedir. Paris Üniversitesi’nde neşesiyle, coşkusuyla popüler bir öğrenci olur.
Eylül 1949’da Luxembourg Parkı’nda aylaklık yaparken, bankta oturan sarışın bir genç kız görür. Bir dondurma alıp kıza ikram eder. İşte "Canım, yekparem" dediği İsveçli Anne-Marie ile onun ölümüne dek sürecek büyük bir aşk başlar. Aynı okulun öğrencisi Anne-Marie o sıralar 23, Lütfü Özkök ise 26 yaşındadır. "Gecem gündüzüm birbirine karıştı" dediği 1949’un sonunda Anne-Marie hamile kalır. 1950 yazında okulun yakınındaki ufacık bir belediyede evlenirler. Beş paraları yoktur, okul arkadaşlarının getirdiği viskiyle hep beraber kutlama yaparlar.
Anne-Marie doğum için İsveç’e gider, Lütfi Özkök ise birkaç ay sonra ona katılır. Böylece, bugün hayatına devam ettiği Stockholm’e yerleşir. Anne-Marie’nin bir akrabasının yapı şirketinde çalışmaya başlayan Özkök, bir taraftan da şiir çevirileri yapar. Şair arkadaşlarının kötü çekilmiş fotoğraflarını gördükçe onların portrelerini çekmeye başlar.
Yapı şirketinde işler kötüye gittikçe, elini ayağını iyice çeker ve sadece fotoğraf çekerek hayatını kazanır: "Para kazanmaya başladığımı şöyle anladım. Ay başına bir hafta kala param hep biterdi. Ben de çalıştığım yerdeki bir mimardan sürekli borç alırdım. Fakat fotoğraf çekmeye başlayınca artık ondan borç almayı kestim. Bana karşı sevap işlediğine inanan mimar, artık borç istemeyince yüzünü buruşturmaya başladı."
Kopenhag’da önemli bir yazarlar kongresi yapılacaktır ama oraya gidecek parası yoktur. Mahallenin kadın terzisi, "Bana şiir yazarsan biletini alırım" deyince, Özkök hemen kabul eder. Ama dönüşte şiiri yazmaz, "Kadına borçlu kaldım yahu" diyerek hálá hayıflanır.
RENE CHAR’IN DOSTU
Meşhur Fransız şair Rene Char ile tanışıp fotoğraflarını çekmek en büyük hayalidir. "Şiir seven ve şiirlerinizin hayranı bir fotoğrafçıyım. Sevdiğim şairlerin fotoğraflarını çekiyorum. İzniniz olursa sizin de fotoğraflarınızı çekmek istiyorum" deyince Char, ateş gibi sesiyle "Düşüneyim, bir saat sonra gel" deyip yollar onu. Bir saat sonra tekrar kapıyı çaldığında, "Fotoğrafı beğenmezsem yayınlamana izin vermem ama" diyerek poz vermeyi kabul eder. "Ürkütücü, huysuz fakat tatlı bir adamdı. Şaşı olduğu için poz verirken bana bak diyemedim, çünkü nereye baktığını anlayamıyordum. O yüzden profilden fotoğraflarını çektim."
Char, fotoğrafları çok beğenir ve satın almak için fiyatını sorar. Özkök, "Sevdiğim şairlerden para almam ama Stockholm’de bulamadığım siyah zeytinlerden bana yarım kilo gönderirseniz sevinirim" der. Char, iki kilo siyah zeytinle birlikte çok kıymetli trüf patesinden gönderir Özkök’e. Özkök ise bir gün hiç üşenmeden Stockholm’den kalkıp, Char’ın yaşadığı Güney Fransa’ya Havana purosu hediye etmek için yola çıkar. Ünlü şair, çektiği fotoğraflar karşılığında para değil zeytin isteyen, çat kapı Havana purosu getiren bu genci sever.
Özkök ve Char’ın arkadaşlıkları, 1987’de Char ölene kadar devam eder. Özkök ve eşi Anne-Marie 1967 yazından, 1987 yazına kadar her yaz tatilini onun yazlığında geçirir.
Nasıl oluyor da bütün huysuz şairleri fotoğraflarını çekmeye ikna edebildiğini, onun gibi İsveç’te yaşayan ünlü heykeltraş İlhan Koman, "Sende şeytan türü var" diyerek açıklıyordu. Bugüne dek Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan tüm edebiyatçıların fotoğraflarını çekmekle ünlenen Lütfi Özkök’ün şanı edebiyatçılar arasında "Lütfi fotoğrafını çekmemişse, ödülü alamazsın" esprileriyle yürür. Türkiye onu çok tanımasa da ünü dünyaya çoktan yayılmıştır.
Fakat kendi tabiriyle 2001’in Temmuz’undan beri yarım bir hayat yaşar. 1949’dan beri hayatı paylaştığı eşi Anne-Marie artık yoktur, fakat onca seneye rağmen kalbi hálá aşkla çarpar: "Ona hálá aşığım. Fotoğraflarına bakıp onunla sohbet ediyorum. Ben onsuz yarımım."
BECKETT NASIL İKNA OLDU?
Özkök, 1961’de hayranı olduğu "Godot’yu Beklerken" oyununun ünlü yazarı Samuel Beckett’ın da fotoğraflarını çekmeyi kafasına koyar ve randevu koparır: Upuzun boylu, mavi gözlü güzel bir adam olan Samuel Beckett kapıyı açarak, Özkök’ü buyur eder. "İsveç’te sizin çevirilerinizi yapan arkadaşlarımdan selam getirdim" diyerek söze girer Özkök. Birkaç dakika sonra da fotoğraf makinesini çıkarmak için çantasına eğilir. Fakat Beckett hiddetlenir: "Neee! Fotoğraf mı çekeceksin! Fotoğraf çektirmekten nefret ederim."
"O kadar üzgündüm ki, makineyi tekrar çantama koyarken ensemdeki terleri görüp bana acımış olacak, ’Bari bir çay iç öyle gidersin’ dedi. Çay içerken ona Godot’nun kim olduğunu sordum ama cevap bile vermedi. Ben de, biliyor musunuz Türk polisi Godot’yu yakaladı dedim. O sıralar Ankara’da Godot’yu Beklerken sahneleniyordu ve Godot beklenen bir şey olduğu için Türk polisi bunun olsa olsa komünist olduğunu düşünüp tiyatroyu kapattırmıştı, diye anlattım. Sadece güldü. Bence kendisi de Godot’nun ne olduğunu bilmiyordu. Bu sohbetten sonra ikna oldu ve birkaç fotoğrafını çekmeme izin verdi."