Fotoğrafları, büyük bir resmin küçük parçalarını oluşturur gibi, hani daha önce doldurduğu ve neyin nereye geleceğini, soruları okumadan bildiği bir çengel bulmacayı çözer gibi yere dizdi. Fotoğraflara bakarak Cevdet Bey ve Oğulları’ndan sonra aldığı ilk büyük ödülü, Kara Kitap’ın neden önemli olduğunu, yazarlık dışında yaptığı ilk işi, yabancı dile çevrilen ilk romanı Beyaz Kale’yi basan yayınevinin editörünü neden esir aldığını, Benim Adım Kırmızı’nın
billboard reklamını Bakırköy’de gördüğünde ne yaptığını, neden hayatının çoğunu masa başında, elini kafasına koyarak geçirdiğini, yani edebi kariyerini anlattı. Ertesi gün Sebati’yle, Pamuk’un Nişantaşı’ndaki evine gittik. Kapıyı yalınayak açtı, yarım saat sonra, Nobel gecesi için New York’taki Brooks Brothers mağazasından aldığı frakını giyip geldi. Önemli bir ana tanık olduğumu düşündüm çünkü frak sadece Pamuk’u değil, aynı oranda Sebati’yi de değiştirmişti. Çekim sırasında terlemekten başka bir insana dönüşmüştü Sebati. Pamuk’un sıkılıp üstünü değiştirmeye gittiği bir an bana durumu açıkladı: "25 yıldır fotoğraf çekiyorum, Orhan Pamuk’u fraklı çekeceğim diye dün akşam heyecandan uyuyamadım. Terin sebebi o kızım!" Röportajın üçüncü günü Orhan Pamuk’a "İyi uçuşlar, Mutlu Nobeller" dilemek ve gidişini belgelemek için Pamuk Apartmanı’nın önünde, onu ve kızı
Rüya’nın çıkmasını bekliyoruz. Havaalanında pasaport kontrolünden geçene kadar takip ediyoruz, el sallayıp uğurluyoruz.
BU KİTABI BABASI YAZMIŞTIR GİBİ DEDİKODULAR OLDU
1973-1977 arasında ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazdım. Kitap, 1978’de Milliyet Roman Ödülü’nü, 1983’te Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandı. Ödülü, Orhan Kemal’in eşinin elinden almıştım. Benim için çok önemliydi. Şimdi Nobel almak için yaşı genç dedikleri gibi o zaman da Orhan Kemal Ödülü için çok genç diyorlardı. Hatta bir de "Bu kitabı kendi yazmış olamaz, babası yazmıştır" gibi dedikodular olmuştu. Bu ödülü almamda eleştirmen Fethi Naci’nin hakkımda yazdığı güzel yazıların da etkisi olmuştur. Hep yazar olmak istiyordum. Hem sonunda bir kitabım yayınlanmış hem de o sırada Türkiye’de verilen en büyük edebiyat ödülünü almıştım. Çok sevinmiştim çünkü "Artık yazarım" diyebiliyordum.
OKUYUCULARIMIN YÜZDE 75’İ KADINLARDIR
1989’da Almanya’da bir okuma gecesinde bana yöneltilen soruyu dinliyorum bu fotoğrafta. O zamanlar Almanlar tarafından tanınan bir Türk yazarı değil, yalnızca Almanya’daki Türkler tarafından tanınan bir yazardım. Bu tür okumalarda salonu farklı fraksiyonlardan siyasi görüşlere sahip kişiler doldururdu. Benim üzerimden aralarında kavga ederlerdi. Benle ilgilendiklerinden değil, kendi kavgalarını yapmak için oraya gelirlerdi. Tabii erkeklerin bağırışarak siyaset yaptığı sırada, önlerde oturan ve "Orhan Bey, size romanlarınızın içeriğiyle ilgili bir şey sormak istiyorum" diyen şeker kızlar da hep olurdu. Onları hep sevdim. Zaten dünyada da Türkiye’de de okuyucularımın yüzde 75’ini kadınlar oluşturur. Benim hakkımda düşmanca yazı yazanların da yüzde 90’ı erkektir. Bu haksızlığın giderilmesini talep ediyorum.
BABAMLA OLUNCA GÜLMEMEYE İMKAN YOKTU
Yıl 1996. Bu resimde gördüğünüz gibi, Nişantaşı’ndaki evde babam hep bizi ziyaret ederdi. Birbirimizle şakalaşır, gülüşür, eğlenirdik. Babamla birlikte olunca gülmemeye imkan yoktu. Stockholm’e beraber gittiğim kızım Rüya bu resimde 4 yaşında. Sağımda oturan babamdan ise Nobel alırken yapacağım konuşmada bahsedeceğim.
Calvino’nun grafo-mani dediği şey bende de vardır
2003’te Hindistan hükümetinin davetlisi olarak üç haftada Hindistan’ın 7 şehrini dolaştım. Bugün Hindistan’da epey meşhurum ama o zaman daha yeni tanınıyordum. Bu fotoğraf dünyanın en yoksul gecekondu bölgelerinden biri olan Harabi’de çekildi. İnsan merakla ve merakından utanarak geziyor. Son 10 yılda Kore’den Brezilya’ya, Avustralya’dan Kanada’ya, İran’dan eski Sovyet ülkelerine gitmediğim yer kalmadı. Gençken babam, biraz para vereyim çık dışarı gez derdi. Ben de "Kitaplarım çıkınca baba" derdim. Öyle de oldu. Bu resimde sol elimde tuttuğum defterin benzerlerini her zaman bu tip seyahatlerimde yanımda taşırım. Buna unutmaktan korkan adamın yazma dürtüsü de diyebilirsiniz. Calvino’nun grafo-mani dediği şey yani yaşadığı ve gördüğü her şeyi yazma dürtüsü bende de vardır. İyi mi kötü mü bilmiyorum ve bu durumumu mutlu bir şekilde yaşıyorum.
İLK KİTABIM YAYINLANDIKTAN SONRA AYRI EVE ÇIKABİLDİK1982 Mart’ında Cevdet Bey ve Oğulları yayınlandı. Aynı günlerde de evlendim. Karımla İstanbul’da Taksim Meydanı’nda, Sular İdaresi’nin önünde yürürken karşılaşıp tanıştık. Yanında bir arkadaşım ve onun kız arkadaşı vardı. Dört yıl sonra evlendik. Çünkü işim ve param yoktu. İlk kitabım yayınlandıktan sonra anca ayrı bir eve çıkabildik. Bu resim de Nişantaşı’ndaki ilk evin salonunda çekilmiş. Oturduğumuz bu masada
yemek yerdik. Fotoğrafı kuzenim Selim Pamuk çekmiş olabilir.
BEYAZ KALE’NİN İNGİLİZ EDİTÖRÜ GARDA ESİR!
Beyaz Kale’yi 1985’te yayınladıktan sonra İngiltere’deki küçük bir yayınevi ilgilendi. Yabancı dile çevrilecek ilk kitabım olduğu için çok heyecanlıydım. Fakat çeviri bir türlü bitmiyordu. Bense her şeyin mükemmel olmasını istiyordum. 1990’da resimde gördüğünüz, Carcanet Yayınevi’nin editörüyle Manchester’da buluştuk. Yayınevi, tarihi bir binada, bizim Sirkeci’dekilere benzeyen eski bir handa yer alıyordu. Akşam 5’ten sonra han kapanıyordu fakat bizim düzeltmeler henüz bitmemişti. Adam da çok bariz bir şekilde "Han kapanıyor, benim de zaten işim var, artık gideyim, düzeltmelerin devamını ben hallederim" dedi. Ben, "Olmaaaz!" dedim, adamı bırakmıyorum. Zavallıyı aldım, resimde gördüğünüz Manchester tren istasyonunun bekleme salonuna götürdüm, gece 11’e kadar inatla Beyaz Kale’nin İngilizcesi’nin her sayfasının üstünden geçtim. Hálá çeviriler konusunda aynı titizliği
gösteriyorum.
Her Türk çocuğunun Taksim Meydanı’nda fotoğrafı olmalı
Her Türk çocuğunun Taksim Meydanı’nda böyle bir fotoğrafı olması lazım. Türklere nüfus kağıdı yerine bu fotoğraf sorulmalı. Benim hayatımın merkezi burası, yani Taksim’dir aslında. Çocukluğumdan beri, 53 yıldır ben buranın etrafında yaşıyorum. Çok iyi hatırlıyorum; o gün kızım Rüya’yla evden "Hadi gel, dışarda bir tost yiyelim" diye çıktık. Taksim’e geldiğimizde anıtın önünde bir yabancıdan rica ettik ve fotoğrafı çektirdik. Gördüğünüz gibi arkada hiç kimse yok, sanki Taksim Meydanı benim için boşaltılmış gibi. Özel havası, basitliği, rüyalardan çıkmış gibi durması yüzünden bu resmi çok severim.
İlk başta kitabın reklamı kendisinden çok konuşuldu
Bu fotoğrafı Bakırköy’de çektirdim. 1998’de Benim Adım Kırmızı çıkmıştı. İletişim Yayınları cesur ve beni çok memnun eden bir reklam kampanyası yaptı. Türkiye tarihinde ilk defa bir kitap için böyle pek çok billboard hazırlandı. Yayınevimin kitaplarıma istekle ve heyecanla reklam kampanyası düzenlemesi ilk başta kitabın kendisinden daha çok konuşuldu. Kitabın reklamı mı olur gibi eleştirildi. Artık bunu da severek kabul ettim. Bu bizim memleketimizin bir özelliği. Memnunuz. Gülüyoruz. Kimseye kızgın değiliz.
BENİM ADIM KIRMIZI ÜNÜMÜ ÇOK YAYDI
O zamana kadar kitaplarım pek çok yabancı dile çevrilmişti ama asıl Benim Adım Kırmızı ünümü çok yaydı. Dublin’de en büyük edebiyat ödüllerinden biri olan Impac ödülünü aldım bu kitapla 2003’te. Ödülü almak için Dublin’e gittiğimde hayatımda ilk kez smokin giymiştim.
İşte hayatımın çoğu elimi böyle kafama koyarak geçer
Yazıyorsunuzdur. Bu nereye gittiğinizi biraz bildiğiniz, biraz bilmediğiniz anlamına gelir. Bu belirsizlik yüzünden yazar kaşlarını çatar. Yazı gemisi doğru yere güzel güzel gidiyor mu yoksa karaya oturmak mı üzereyiz. Yazarken endişem hep budur. Bundan sonraki cümle ne? O da ikinci mutlu endişe. Artık gözlükle yazıyorum. Eskiden bu fotoğraftaki gibi gözlüğü arada bir çıkarırdım. Şimdi çift odaklı bir gözlüğüm var.
YENİ KİTABIM İÇİN DÜNYANIN BÜTÜN TUHAF MÜZELERİNİ GEZDİMMasumiyet Müzesi adlı son kitabımı inşallah önümüzdeki yıl bu zamanlar yayınlayacağım. Nişantaşı’lı zengin bir adamın fakir bir akrabasına duyduğu tutkulu aşkı anlatıyor kitap. Ama aynı zamanda biriktirmek, saklamak ve müze kurmakla ilgili bir kitaptır. Bu kitabı yazabilmek için dünyanın bütün ilginç ve tuhaf müzelerini gezdim. Bu fotoğraf Paris’teki Gustave Moreau Müzesi’nde çekildi. Moreau, Marcel Proust’un hayran olduğu sembolist bir ressamdır. Benim için ilginç olan şey Moreau’nun oturduğu evi yaşarken müzeye çevirmesidir. Benim romancılığımda eşya sevgisi, insanları görerek ve eşyalarla anlatmak esastır. Masumiyet Müzesi hikayeyi eşyalarla anlatma üzerine.
Schimmel öldükten sonra öğrendim ki, beni Nobel’e önerenlerden biriymiş
Türkiye’de Tasavvufun Boyutları adlı kitabıyla tanınan şarkiyatçı yazar Annemarie Schimmel ile Benim Adım Kırmızı adlı romanımın Almanya’daki tanıtımındayız. Kitabın bu tanıtımına anlaşarak ikimiz de kırmızı giyip gelmiştik. Çok ince ve değerli bir insandı. Öldükten sonra öğrendim ki beni Nobel jürisine öneren isimlerden biriymiş. Önemli mi bilmiyorum ama böyle bir şey yaptığını öğrenmek hoşuma gitti.
HEYBELİADA’DA SESSİZ EV’İ YAZIYORUM
Heybeliada’da 1983 yazında Sessiz Ev’i yazıyorum. Cevdet Bey ve Oğulları o yazın başında Orhan Kemal Ödülü’nü almıştı. Yıllardır yazmakta olduğum Sessiz Ev’i de ondan sonra hemen çıkarabileceğimi düşünmüştüm. Bugün de 3.5 yıldır üstünde çalıştığım Masumiyet Müzesi’ni çıkarmak üzereyim, Nobel Ödülü’nün hemen sonrasında. Benzer duygular. Heybeliada’daki evin arka odasındaki bu resmi karım Aylin çekmişti.
SAYFALARI ÖNÜME BÖYLE YAYAR RESİM GİBİ BAKARDIM
1985-1990 arasında Kara Kitap’ı yazdım. Nobel Komitesi’nden Horace Engdahl, Kara Kitap’ın benim klasik
kitabım olduğunu söylemiş. Bu söz hoşuma gitti. Kara Kitap, kendi sesimi bulduğum, geleneksel edebiyatla modern edebiyatı uyumla buluşturmak için çırpındığım kitaptır. Çok sigara içerdim yazarken o zamanlar. Her zaman masamın üzerinde çay, kahve, sigara dururdu. Masaya yeşil bir çuha sererdim, aynı bu fotoğrafta gördüğünüz gibi. Hálá da bu alışkanlığım devam eder. Bu kitabı yazarken çok yorulmuş, kendimden çok şeyler vermiştim. Zaten bu fotoğraftaki ifademde bu görülüyor. Yazarken günün sonunda sayfaları önüme aynı böyle yayar, resim gibi bakardım. Bu kitabın öyle de acayip bir yanı vardı.
KARA KİTAP’IN İLK VE ZOR BAŞLANGICINI BURADA YAPTIM
Bu fotoğrafta gördüğünüz yer, 1986’da ABD’deki Columbia Üniversitesi’nin kampusunda karımla kaldığımız öğrenci evidir. Gece vakti Kara Kitap’a çalışıyorum. Kitabın ilk ve zor başlangıcını orada yaptım. 80 metrekarelik bu evde görünen masayı kendi paramla özel olarak almıştım. O günlerde bu üniversitede bana çok kibar davranmışlardı. Üçüncü sınıfların Türkçe dersinde benim Cevdet Bey kitabımı okutuyorlardı. 33 yaşındaydım ve bunu öğrenince mutlu olmuştum. Bu fotoğraftan 20 yıl sonra, bugün yine Columbia Üniversitesi’nin kampusunda bir evim var. Bu kez profesörler için ayrılan binada, daha geniş ve manzaralı bir ev. Hayatın bu gizli-açık simetrileri hoşuma gider.
AUSTER’LA O GÜN TANIŞTIM HÁLÁ BULUŞUR İÇER, KONUŞURUZ
1992’de Norveç’te Beyaz Kale romanımın çıktığı günler. Beyaz Kale, 15 dile çevrilerek beni dünyada tanınan bir yazar haline getirmişti. Kitabın tanıtımı için Norveç’e gittiğimde Amerikalı yazar Paul Auster da kendi kitaplarından biri için oradaydı. Auster’i sevdiğimi yayınevim bildiği için bizi tanıştırdı. Fotoğrafta gördüğünüz gibi editörlerimizle beraber bir öğlen yemeği yedik. O yemekte unutamayacağım bir diyalog geçmişti. Ben ona "Sen Amerikalısın işin kolay, ben Türk’üm, durmadan siyaset soruyorlar" demiştim. O zamanlar I. Körfez Savaşı patlak vermişti. Auster da bana "Farkımız yok. Bana da hep savaşı soruyorlar" demişti. O gün bugündür sevdiğim, değer verdiğim yazar arkadaşımdır. Buluşur, içer, rahat rahat konuşuruz. Nobel aldığımı Herald Tribune’den okumuş, hemen bir e-mail çekti. Zaten yıllar önce "Sen Nobel alacaksın" diyen arkadaşlarımdan biriydi. Haklı olarak "Ben demiştim" dedi.
BENİM HAYATIMI DEĞİŞTİREN DE KIZIMIN DOĞUMUDUR
1994’te annemin Bayramoğlu’ndaki evinde Yeni Hayat romanımı yazıyorum. Gebze, Bayramoğlu ve Darıca’yı çok gezmişimdir. Zaten buralarda gördüklerimi Sessiz Ev’de anlatmıştım. Orada tasvir edilen Cennet Hisar denilen yer buralara benzer. Yeni Hayat ise bildiğiniz gibi "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" cümlesiyle başlar. Benim hayatımı değiştiren ise kızımın doğumudur. Yeni Hayat romanı ise bu fotoğrafın çekilmesinden üç ay sonra aşırı satışıyla hayatımı değiştirdi.
2003 Nisan’ında Tahran Kitap Fuarı’na gittim. 7-8 senedir İran’da kitaplarımın bazıları yayınlanıyor. O gün fuarda kitaplarıma büyük ilgi olduğunu gördüm. Fotoğrafın sağ tarafında gördüğünüz İranlı kızlar ellerinde Yeni Hayat kitabımı inceliyorlar. Ben de durumdan çok memnun bir şekilde kameraya sırıtıyorum. Aslında ister Avrupa ister doğu yurtdışında katıldığım fuar ve imza günlerinde hep aynı şeyler sorulur. Türkiye’yi sorarlar en çok, roman sanatı ve postmodernizmi sorarlar ve bir Türk’ün bu kadar ünlü olmasını sorarlar. Beni en çok sıkan, konunun ve sorunun bir şekilde siyasete vardırılması. Bir de Türkiye ve Türk kültürü hakkında hiçbir bilgisi olmayanların Türkiye’yi bir İslam genellemesi içine sıkıştırmaya çalışan sorularından bıkmışımdır. Kitap imzalamaya gelince; okur için, sevdiği, merak ettiği yazarın imzasını alma işidir. Benim için ise okurun yüzünü, gözlerinin içini, o ürpertiyi bir an hissedebilme merakı.
BEN HER YERDE YAZARIM
Yazamazsam içim kuruyor, moralim bozuluyor. En sevdiğim şeylerden biri bu fotoğrafta da görüldüğü gibi tren yolculuğu sırasında yazmaktır. Pencereden dünyaya bakarım, içim açılır. Aklıma gelen her şeyi yazarım. 30 yıldır günce ya da hatıra defteri tutar gibi notlar alırım. İyileri, kötüleri, gördüğüm her şeyi yazarım. Bunlar da yakında yayınlanacak. Herkes dikkat etsin!
Yazarlık, yalnızlık ve kararlılık gerektiren bir iş
Başarı hayalleri, fantezileri kurmadan çekilmeyecek bir yalnızlık bu "Başarı" yüz bin insanın sizi okuması da olabilir, birinin size "Orhan sen kıyak yazarsın" demesi de olabilir. Nobel’in gücü bütün dünyanın ona inanması... Bunu yaşayarak öğrendim, insanların bakışlarından, yüzlerindeki ifadelerden gördüm. Nobel aldığımı öğrendiğim günün sabahı derinden bir sevinç yaşadım. Ama kafam da karışıktı. Hani suya düşen elektrikli cihaz yanlış çalışır ya, kafam da öyle yoğun ve tuhaf bir şekilde çalışmaya başladı. Unutamadığım bir an var. Yayınevinin kapısından girerken on kişi kolumdan beni farklı farklı yerlere çekiştiriyordu. Ama o günler geçtikten sonra, şimdi oturup düşündüğümde Nobel’in hayatımın yüzeysel ayrıntılarını çok kolaylaştırdığını kabul edebilirim. Çünkü herkes bana gülümsüyor, aşırı kibar, saygılı ve tatlı davranıyor. İnsan bir süre sonra kendini bir prens ya da şehzade gibi hissediyor. Ben de keşke bu ödülü doğduktan iki hafta sonra verselerdi diye düşündüm... O zaman hayatımın hepsi bu tatlı rahatlıkla, bu duyguyla geçerdi.
Rüya, baba sakın bu ayakkabıyı İsveç’e getirme bile diyor
Frankfurt’a 2005 Ekimi’nde Alman Kitapçılar Birliği’nin Barış ödülünü almaya gittiğimizde Rüya’yla çok eğlenmiştik. Ben çocuğumla kendimi özdeşleştirebiliyorum. Onun sevindiği, sinirlendiği, sıkıldığı zamanları kendi sıkıldığım veya sevindiğim zamanları hatırlayarak anlıyorum. Böylece mesela bu Barış ödülü törenini hem kendi gözümden hem de kızımın bakış açısından yaşadım. Nobel töreninde de öyle arkadaşlık edeceğiz inşallah. Kızım, artık yaşı ilerledi, bana daha çok karışıyor ve sahipleniyor. "Baba sakın bu ayakkabıyı İsveç’e getirme" bile diyor. Hürriyet’te çıkan röportajım sırasında giydiğim paltoyu da bir daha röportaj verirken giymememi söyledi. Onu dinlemezsem de paylıyor. Hoşuma gidiyor bunlar.