Güncelleme Tarihi:
Öncelikle Erdal Öz Edebiyat Ödülü ile başlamalı söze. 50 kuşağından bir yazar ve uzun yıllardır kitaplarınızın yayımlandığı yayınevinin kurucusu Erdal Öz adına verilen bu ödül, neler hissettirdi size?
- Çok sevdiğim bir abimdir Erdal Öz. Kitaplarımı yayımlamakta güçlük çektiğim, umutsuzluğa kapılıp yazmayı bırakmayı düşündüğüm bir dönemde, 1994’te Can Yayınevi’nin kapısını açtı bana. Erdal Bey’den Erdal Abi’ye uzanan sıcak bir dostluğumuz oldu. Bu ödülün bana verdiği en büyük onur, adlarımızın yan yana anılacak olması.
İlk kitabınızın yayımlanma tarihi 1983. Yani en az 30 yıllık bir yazarlık serüveninden söz ediyoruz. Biraz anlatır mısınız?
- Yazarlık serüvenimin, Sesimiz dergisinde ilk öykümün yayımlanmasıyla başladığını düşünürüm. 1981 yılının mayıs ayıydı. Uzun ve bilinmez bir yolculuğa hazırlanan bir çocuk gibi heyecanlı ve sevinçliydim. Bu sevinç uzun sürmedi. Öncelikle dergilerde görünmek istiyordum. Bunun hiç de kolay olmadığını kısa sürede anladım. İstanbul dergilerine ulaşmak çok güç, neredeyse olanaksızdı. Her yazar adayı genç gibi benim de en büyük düşüm bir kitabımın çıkmasıydı. 1983’te bu düşüm gerçekleşti. Tüm giderlerini karşıladığım ilk öykü kitabım 1983’te yayımlandı. Coşkum ve beklentilerimin karşılıksızlığıyla bir kırılma yaşadım. Gittikçe umutsuzluğa kapıldığım bu süreçte, 1987’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü almam kısa bir soluklanma anıdır. Yeniden hayallere kapılıp düşler kurdum. Ama ardından yedi yıl sürecek daha büyük bir umutsuzluk dönemi geldi. Yazmayı bırakmaya karar verdim. İki yıl boyunca tek bir satır yazmadım. Daha fazla direnemedim.
“Yazmasam çıldıracaktım” duygusu muydu yaşadığınız?
- Benimki o düzeyinde değildi. Kendim için yazacaktım, yayımlama derdim olmayacaktı. Bu sözümde de duramadım, yeniden yayımcı aramaya başladım. İstanbul’da başvurduğum kapılar, daha önce aldığım kararın doğruluğunu kanıtlarcasına tek tek yüzüme kapandı. Yanıt almadığım tek bir yer kalmıştı. Ondan da hiç umudum yoktu. Bir gün ev telefonumda Erdal Öz’ün sesini duydum: “Aramıza hoş geldin,” diyordu. Yazarlık yaşamımın en önemli sıçraması bu olmuştur.
80 sonrası Türk öykücülüğünün ilk anılan isimlerindensiniz. Bugünden bakınca nasıl değerlendirebilirsiniz?
- Öykücülüğümüz özellikle 80 sonrasında düzgün doğrusal bir yol izlemese, zaman zaman kabuğuna çekilip suskunlaşsa da gittikçe zenginleşerek gelişiyor. Son birkaç yıldır yeni bir coşku ve yükseliş var. Birbirinden farklı, son derece güçlü sesler katılıyor öykü dünyamıza. Yeni yazarları elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum. Bu yükselişe katkı koyan genç yazarlardan söz etmek gerekirse; Fadime Uslu, Yalçın Tosun, Bora Abdo, Neslihan Önderoğlu, İrem Karabaş, Suzan Bilgin, Sine Ergün, Berna Durmaz, Onur Çalı ilk aklıma gelen isimler. Liste uzayıp gidecek.
Her ne kadar anlatı, roman kaleme almış olsanız da 10’un üzerinde öykü kitabınız var. Yani sizi öykücü olarak tanımlamak en doğrusu olacaktır. Bu bağlamda nedir Cemil Kavukçu öyküsünün beslendiği damarlar?
- Öykülerim; “yaşananlar”, “yaşanamayanlar”, “yaşanmaktan korkulanlar” ve “yaşanmak istenenler” üzerine kurulmuştur. Ama beni öyküye bağlayan, yazma sürecindeki coşku ve her seferinde nereye gideceğimi, nasıl bir sona ulaşacağımı bilmediğim serüvenlerle dolu bir yolculuğa çıkmamdır. Okuduğum kitaplar ufkumu genişletmekle kalmaz, özgürlük alanımı genişleterek daha cesur olmam gerektiğini söyler. Tanıklıklarım ve düşlediklerimse bu serüvendeki yol arkadaşlarımdır.
Öykü kedi gibidir demiştiniz bir söyleşinizde. Bu aslında öyküyü nasıl yazdığınızı da açıklıyor...
- Evet, ben öyküyü kovalamıyorum. Şimdi ne yazsam, acaba bundan bir öykü çıkar mı diye düşünmüyorum. Kedinin ayaklarıma sürünüp başını okşatacağı ânı bekliyorum.
Uzunca bir müddet, öykülerinizdeki temel izlek ‘kasaba’ olgusu. Önce tanıklık sonra özlem halini alan bir olgudan söz ediyorum. Bu içsel bir mesele miydi?
- Kasaba beni sürekli tırmalayan bir meseleydi ve tabii içseldi. Çocukluğumu ve ilk gençliğimi yaşadığım bu ortamı sevdiğim kadar nefret de ettim. Oradan kopmayı istedim. Sonunda koptum da. Ama bunun bir kopuş olmadığını anladım sonra. Dönüşüm, öykülerle oldu oraya. Özlem ağır basıyordu ama burada hesaplaşma da vardı, korku da. “Orada kalsaydım nasıl bir hayatım olurdu”nun izini sürdüm.
Kasaba olgusunu bir kanara koyacak olursak, sık sık fantastik unsurlar, deniz ve gemi insanları ve gerçekle iç içe geçmiş rüyalar da önemli yapıtaşlarını oluşturuyor öykülerinizin.
- Yine ‘kedi’ye döneceğiz. Uzun bir süre kasabaya takılıp kaldım. Arada deniz insanları ve fantastik öyküler de kapımı çalıyordu. Şimdi tersi oldu, kasaba arada kapımı çalıyor. Demek ki tam vedalaşamamışım. Bunun hiç önemi yok. Neyi yazacağım ‘kedi’nin hangi surette geleceğine bağlı.
Son öykü kitabınız Aynadaki Zaman bir tema çerçevesinde, bir sonrakini müjdeleyen veya bir öncekine atıflarda bulunan, sıralı veya sırasız birbirinin devamı öyküler toplamıydı. Yani öykü anlayışınızdaki değişimin, dönüşümün bir yansıması olarak adlandırabilir miyiz?
- Bana da öyle geliyor. Yazarken çok farklı duygular içindeydim. Daha coşkuluydum. Bundan sonra ne yapacağımı –her zaman olduğu gibi- bilmiyorum. Kediyi bekliyorum. Uzun süre ortalarda görünmediği de olur. Bir gün onun kaybolacağını da biliyorum.
Küçük ölçekli yaşam alanlarında (gemi-kasaba-konak) hep böyle tuhaf efsaneler, söylenceler aktarılır. Yani olağanüstü şeyler aslında bizim olağan dünyamızın ayrılmaz bir parçası diyebilir miyiz sizce?
- Kesinlikle öyle. Andre Breton “Yaşam sürrealisttir,” derken tam da bunu söylemiş. Özellikle gemicilerden dinlediğim olağanüstü hikâyeler edebiyatımızın bu alandan yeterince yararlanmadığını düşündürtmüştür bana.
Çok sık tekrarlanan eleştirilerden birisidir Cemil Kavukçu öykülerinde kadın ‘dolaylı’ olarak yer alır diye. Ama Aynadaki Zaman’a baktığımız zaman müstakil olarak kadın kahramanların varlığı da dikkat çekiyor...
- Belki de işaret edilmek istenen öykülerimde ‘aşk’ temasının pek işlenmediğidir. Yoksa o kadar da kadınsız değil öykülerim. Ama bunlar anne, abla, kız kardeş, eş olarak geçiyor daha çok. Aynadaki Zaman bu özelliğiyle de öbür kitaplarımdan ayrılıyor.
Aynadaki Zaman son sayfasındaki, “Bir daha gelme, dedim kuşa, benim silecek bir şeyim yok…” cümlesiyle bitiyor. Bu biraz da hayata bakışınızın bir işareti olabilir mi?
- İşte en zor soru. Yanıtı da kaçamak olacak: Benim söyleyecek bir şeyim yok.