Güncelleme Tarihi:
Vermont dönüşü, New York’ta birkaç gün kalmayı ve kızımın önerdiği lezzet duraklarına uğramayı planlamıştım. Ama İrene Fırtınası tüm planımı altüst etti. Yine de fırtına öncesi gittiğim yerlerde yediklerimi sizlerle paylaşacağım. Ama önce fırtınayı anlatmam lazım. Daha çok New York’un telaşını!
İrene, yaşamım boyunca göreceğim ilk tropikal fırtınaydı ve karşılaşacağımız için epey heyecanlanıyordum. Herkes cuma akşamından evine kapandı. Fırtınayı, Brooklyn Heights’ta, Manhattan Adası’nın tam güney ucunun karşısında karşılayacaktım. Yani kızımın evinden, bu canavarın kente girişini izleyecektim. Fırtına New York’u ilk buradan vuracaktı.
Cumartesi sabahı uyandığımda, bir önceki güneşli günün, yerini kapkara bulutlara terk ettiğini gördüm. Bulutlar çılgın gibi akıp gidiyordu. Bütün havaalanları kapanmış, metro ve tren seferleri durdurulmuş, sığınaklar hazırlanmıştı. Söylenene göre son 75 yıldan beri böylesine güçlü fırtına New York’a gelmemişti.
Ekmek, su, yiyecek, pil gibi elzem şeylerin evde bulundurulması konusunda sık sık uyarılar yapıldığı için ben de önlemimi almıştım. Niyetim, Manhattan’ı gören mutfakta, fırtınayı seyrederek lezzetli yemekler yapmaktı. Dışarıya çıkamıyordum, o zaman lezzeti eve taşımalıydım. Tabii tedariklerimin arasında birkaç şişe de lezzetli şarap vardı.
KENTE İLK GELİŞİM
New York’un tarihinde yer alacak bu olayı izleyecek olmak, kalbimin atışını biraz hızlandırıyordu nedense. Gökyüzünü kaplayan kara bulutları seyrederken, New York’a ilk gelişimi düşündüm. Bu kente turist olarak ayak basmamıştım. Florida’dan Baltimore’a otostopla ulaşmış, oradan bindiğim otobüs, soğuk bir gece yarısı, beni ünlü Time Meydanı’nda indirmişti. Bu kente gezmeye gelen milyonlarca yabancıdan biri değildim. Evet ben de yabancıydım ama, derdim başkaydı. İş arıyordum. Peki neden? Uzun bir hikayeydi. New York, üç yıl sürecek Amerika maceramın ikinci durağıydı.
Long Island’a gidecek trene binmek için Pen İstasyonu’na indiğimde kendimi, New York’un vahşi yüzünü anlatan bir filmin içinde bulmuştum. Etrafta, gündüz görünmeyen insanlar vardı. Korkuyordum ama kılık kıyafetimin onlara benzemesi, biraz olsun rahatlatıyordu beni. Üstüme, eski bir denizci paltosu, yıkanmaktan yıpranmış bluejean giymiştim. Ayaklarımda ise artık rengi bile kalmamış postallar vardı. Bu bir “Tebdil-i Kıyafet” değildi. Giyecek olarak sadece bunlar kalmıştı. Sakalım neredeyse göğsüme değiyordu. Uzun saçlarımı, kulaklarıma kadar çektiğim siyah bere örtüyordu. Onlara benzediğim için, benimle hiç ilgilenmiyorlardı.
HER YERDE İRENE
New York Belediye Başkanı Bloomberg, takımıyla birlikte canlı yayına çıkınca, sıkıntılı geçmişten fırtınalı bugüne döndüm tekrar. Başkan, İrene hakkında bilgi verdikten sonra alınan önlemleri sıraladı. Sonra sözü sırasıyla itfaiye şefine, polis müdürüne, ulaşım sorumlusuna bıraktı.
TV kanalları sadece bu olaya kilitlenmişti. Ne Kaddafi ne Suriye’deki katliamlar... Hiçbir şey artık Amerikan halkını ilgilendirmiyordu. TV’lerde meteoroloji, sel, yangın, ilkyardım uzmanları ahkam kesiyordu. Fırtınanın geçtiği veya geçeceği yerlerden canlı yayın yapılıyor, kum torbalarının nehir kıyılarına yığılması, pencerelere kontrplak çakılması gibi tedbirler ekrana getiriliyordu. Bütün bunlar yapılırken, okyanustan kopup gelen fırtına, beyazlı, sarılı, kırmızılı, morlu daireler çizerek kıyıları vurup geçiyordu.
FIRTINANIN TADI
22’inci kattaydım, korkmalı mıydım? Endişem camların patlamasıydı. O durumda sığınacak bir yerim yoktu, çünkü evin dört bir yanı camla kaplıydı.
Başkan Bloomberg her 15 dakikada bir canlı yayına çıkıp, son bilgileri aktarıyordu. Amerikalıların abartmayı sevdiklerini biliyordum ama görünüşe göre bu fırtına düşündüğümden de ciddiydi. Obama da benim gibi düşünüyordu ki, tatilini yarıda kesip, Beyaz Saray’daki yerini almıştı. Sonunda, şarabımı yudumlayarak fırtınayı seyretmekten başka bir seçeneğimin olmadığını fark ettim ve zorunlu İrene tatilinin tadını çıkarmaya başladım.
Akşama doğru sokaklar tamamen boşaldı. Otomobil, taksi, otobüsler görünmez oldu. Böylesine boş New York’u ilk kez görüyordum. Karanlıkla birlikte önce rüzgar geldi. Cadde kenarlarındaki ağaçlara baktım, dallar her zamankinden biraz daha kuvvetli sallanıyordu o kadar. Yağmur geldiğinde, kayısılı, cevizli bulgur pilavının soğanını kavuruyordum. Yağmur kırbaç gibi yağıyordu. Yine caddeye baktım, küçük derelerin aktığını gördüm. Bir de trafik lambalarının çılgınca sallandığını. Sarı, kırmızı, yeşil renkler, caddede biriken sularda yansıdıkça ilginç görüntüler oluşuyordu. Pilav pişti, fırındaki incik ilik gibi oldu ama fırtınada pek bir değişiklik yoktu. Daha kuvvetli bir rüzgar, daha fazla yağmur bekliyordum, olmadı. Bundan daha kuvvetli fırtınalar gördüğümü düşündüm. Hayal kırıklığına uğramıştım. TV’de fırtınanın ertesi sabah daha da kuvvetleneceğini duyunca biraz rahatladım, şişeyi bitirince de yattım.
TÜKENMEYEN KENT
Ertesi gün gerçekten de yağmur daha hızlanmıştı. Haberlere bakılırsa bir çok yeri su basmıştı. İrene, öğleden sonra kara bulutlarını alıp New York’u terk etti. Geride sert bir rüzgar ve güneşli bir gökyüzü bıraktı. Hava almak için sahile yürüdüm. Sokaklar yeniden canlanıyordu. Sarı taksiler göründü, siren sesleri tekrar duyuldu, pizza kokuları yine insanın ağzını sulandırmaya başladı. Koşanlar, köpekleriyle yürüyenler, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, eşcinseller, deliler derken, New York fırtına öncesi görüntüsüne büründü.
Ertesi gün dönecektim ama aklımın yine New York’ta kalacağını biliyordum. 30 yıldan beri bu kenti tüketemiyordum. Bunun iyi mi kötümü olduğuna karar veremiyordum bir türlü. Ama Enis Batur veriyordu: “Hiçbir ülkeyi, şehri, mekanı bir seferde tüketmeye yanaşmayın, bir sonraki seferi düşünmek ömrü uzatır. Kaldı ki, nasıl olsa hiçbir şeyi tüketemezsiniz, gerçekte elinizde değildir bu. Bir daha gelmem, gelmek istemem, demek hakkınızdır elbette; ama çoğu durumda, kendinize ilişkin bir açılma sınırının, bir gelişme gizil gücü kısıtının ifade edilmesi anlamına gelebilir kestirip atmak. Her şeye karşın, gözleri açık ölecek biçimde yaşamak iyidir. Doldum, doydum diyebilme eşiğine varabilecekseniz, oradan varacaksınız.”
EN PAHALI SANDVİÇ
Ed McFarland’ı, New York’ta para dünyasının oyuncuları yakından tanıyor. Financial Center’da uzun süre minibüste sandviç satmış. Ed, sabah 11.30’dan akşam son işyeri kapanıncaya kadar ıstakozlu, yengeçli ve midyeli sandviçleriyle müşterilerini doyuruyordu. Sandviçleri, New York’un en pahalı sokak yemeğiydi. Yarım ıstakoz içiyle yapılan sandviç, 27 dolardan müşteri buluyordu. Bankacılardan iyi para kazanınca restoran açtı. Ed’s Lobster Bar, ortasından uzun, mermer bar geçen, 2,5 metre genişliğinde bir mekan. 30 iskemlesi var, hepsi o kadar. Ed, rezervasyon kabul etmiyor. İskemleler dolduktan sonra, kapıdaki görevli elindeki listeye adınızı yazıyor, sıranız gelince de içeri alınıyorsunuz. Akşam yemeği için pek rahat olmasa da leziz yiyecekler, size rahatsızlığı unutturuyor. Istakozlar, Main Eyaleti’nden her gün uçak kargosuyla geliyor. İsteyen buharda pişirilmiş bir bütün ıstakoz (34 dolar) ısmarlayabiliyor. Ama buranın özel yemeği, yarım ıstakozla yapılan (28 dolar) sandviç. Yanında yeşil salatayla servis edilen bu kutsal sandviç, damağı lezzetiyle paramparça ediyor. Izgara yengeç etiyle yapılan (20 dolar) sandviç de, lezzet açısından pek de geride kalmıyor. Midye tavalı (18 dolar) sandviç ise bira severlerin gözdesi. Restoranın diğer gözde yemeği ıstakozlu ravyoli (25 dolar). Bu muhteşem yemeği yerken, tabağımın hiç boşalmamasını diledim. Giderseniz, restoranın özel salatalık turşusunun tatmayı ihmal etmeyin. Şarap kavı da zengin ve fiyatları uygun.
(222 Lafayette Str. / http://lobsterbarnyc.com)