Güncelleme Tarihi:
Geçen gün telefon çaldı, baktım arayan Ali (Poyrazoğlu); “Hemen atla tiyatroya gel, seni sirk müdürü yapacağım” diyor... Sabah sabah “o mu üşüttü ben mi” diye düşünürken ısrarlarına dayanamayıp kalktım provaya gittim sonunda. Ali ve ekibi harıl harıl yeni oyunları “Kaplumbağa”ya hazırlanıyorlardı. Üstelik bizimki sırtına oyunun adına uygun tek kelimeyle muhteşem ve inandırıcı bir kaplumbağa kostümü geçirmiş olmasına rağmen hızına yetişebilmek neredeyse imkansızdı. “Sirk müdürü olmak için geldim” diye bağırdım kapıdan. Üstat şöyle bir baktı; “Oyunda 18 kukla da kullanıyorum, sen olsan olsan 19’uncusu olursun” dedi. Böylece sevgili okurlar, tiyatro kariyerim başlamadan bitiverdi... Şaka bir yana, kaplumbağa bahane, muhabbet şahane deyip Ali Poyrazoğlu ile geçmişten günümüze uzanan bir yolculuğa çıktık. Haydi hep birlikte bu “Asi Kuş”un zeka denizine doğru yelkenlerimizi açalım.
* Gel istersen “Asi Kuş”un yumurtadan kafasını uzattığı günlerden başlayalım. Nasıl bir aileydi Poyrazoğulları?
- Otoriter bir baba ve hayatımızın her anını eğlenceye çevirmeyi bilen bir annenin meyvesiyim.
* Sanatçılık genetik miras mı?
- Baba tarafım eczacı, anne tarafım ise doktorlarla dolu. Anlayacağın tıbbi bir aileyiz biz. Zaten ben de tiyatroya gönül vermeseydim eczacılığa devam ederdim herhalde.
* Dur bir dakika, ne zaman başladın ki devam ediyorsun?
- İlaç yaparak büyüdüm. Eczacı eskisiyim anlayacağın. O zamanlarda eczacılık da eczacılık ama... Al kutuyu raftan, at torbaya dönemi değil. Reçeteler dükkanın arkasındaki laboratuvarda hazırlanıyordu. Havanda malzemeleri döve döve öksürük şurubundan merheme kadar her şeyi yapardım. Aslında şu anda yaptığım iş de bundan çok farklı değil.
* Niye kuliste laboratuvarın mı var?
- (Gülüyor) Dedem “Hastalık kahkahayı duydu mu kaçar gider, o yüzden bol bol gül” derdi. Ben de bir gün çocuk aklımla büyük kararlar alıp “güldürücü” olacağım dedim kendi kendime. Kulağa bile nasıl geliyor düşünsene, “güldürücü”... Büyücü gibi bir şey.
* Peki insanları “büyüleme”ye ne zaman başladın?
- İlk tiyatromu kurduğumda daha beş yaşındaydım. Bu işe patron olarak başladım. Ali Poyrazoğlu Kukla Tiyatrosu ilk gecesinde full çekti. Annem, babam, kardeşlerim, köpekler, bütün ahalinin gözü sahnedeydi.
* Sahne mi? Beş yaşında elinden marangozluk da mı geliyordu?
- Canım sahne dediysem yemek masasının altından bahsediyorum. Tiyatro kırmızı perdenin arkasındadır ya, ben de bizim kırmızı masa örtüsünü gözüme kestirdim. Girdim altına, kurdum tiyatromu.
* Gişedeki başarın devam etti mi?
- Neredeee? “Biz o oyunu zaten dün gördük” deyip ikinci gece herkes kaçtı (gülüyor).
* Başladığı gün bitti patronluk desene.
- Sen öyle san. Hemen ilk turneme çıkma kararı aldım. Oyunumu için akrabalara, konu komşuya gece yatısına gitmeye başladım.
AŞKIM UĞRUNA BABAMDAN ÇOK DAYAK YEDİM
* Vallahi daha o zamanlardan belliymiş fırlamalığın.
- Tabii canım. Düz duvara tırmanan, Allah’ın belası, kabus bir çocuktum. Hele öğrenciyken ilk aşkı tadınca daha da beter oldum. Neredeyse her gün okuldan kaçıp sinemaya giderdik.
* Tabii sinemanın ışıkları kısılır kısılmaz önce sevgilinin elini tutardın, sonra...
- Yok be oğlum, Neriman’ın elini tutmak o kadar kolay mı?
* Ne bileyim ben Ali?
- Koskoca Neriman Köksal’dan bahsediyorum hâlâ anlamadın mı? Sinemanın sahibi hem bilet satıp paramı alıyor hem de herif “Senin oğlan kaçtı, Neriman’a gitti” diye pedere gammazlıyordu beni.
* Peder bey de eline kızılcık sopasını alıyordu tabii.
- Almaz olur mu? “Yine mi Neriman’a gittin sen?” deyip dayağı basıyordu. Zannedersin ki sinemaya değil de randevu evine gitmişim. Kaderin cilvesi işte yıllar sonra Neriman ablayla aynı filmde oynadık.
* Sonunda kavuştu Ali ilk aşkına...
- Gittim, elini öptüm, oturdum yanına. ‘Küçükken sana çok aşıktım. Bir bilsen senin yüzünden ne dayaklar yedim ben Neriman Abla’ dedim. ‘Ee arasaydın çocuğum’ demez mi? (Kahkahalar)
KADİR’LERİN DÜKKANINDAN ÇOK ŞEKER ÇALDIK
* Merak ediyorum, peder bey baba mesleğini seçmeyince nasıl tepki verdi?
- “Yürü eczaneye, yürü havan başına” dedi ne desin? Annem ise tiyatrocu olmam konusunda beni hep destekledi ama azıcık ünlenince babam Laz inadını bırakıp ‘Ben zaten hep arkasındaydım, hanım istemedi’ diyerek şöhretimi sahiplenmeye başladı.
* Senin de arada Laz damarın tutar mı?
- Eee herhalde, Fatsalı’yız.
* Kadir İnanır da Fatsalı’ydı yanılmıyorsam.
- Zaten Kadir’in babasının şekerci dükkanı, bizim eczaneyle karşılıklıydı. Mahallenin çocuklarıyla az şeker çalmadık. Yaz gelince de becerebilirsek o eski usul bakır kaplarda duran dondurmalardan çalardık. Dondurma çalmak deyip geçme, kolay iş değil, zor zanaat. İki kişi gidecek, dükkancıyı lafa tutacak, biri kapıya bakacak, ötekisi de çalacak.
* Organize işler bunlar!
- İyi taktik ve strateji uygulamak gerekiyor. O günlerde öğrendiklerimi yıllar sonra yeniden uyguladım. Ayberk Çölok’la kitapçıya gider, dükkanın sahibi görmeden Ayberk’in pardösüsüne Fransızca kitaplar doldururdum.
* Yakalanmadın mı hiç?
- Hiç yakalanmadım ama o kitapçının sahibi Necdet Sander ile yollarımız uzun zaman sonra yeniden kesişti.
* Borcunu tahsil etmeye mi gelmiş?
- “Düşenin Dostu Olmaz” adlı oyunumun kitabını basmak istedi. Kaç para talep ettiğimi sorduğunda “Zamanında senin dükkanından çok kitap çaldım, hiç paradan bahsetme” diye cevap verdim. “Ali, ben zaten kitap çaldığınızı biliyordum ama sizi seyrederken o kadar eğleniyordum ki, paranız da olmadığını bildiğimden her şeye göz yumuyordum” dedi. Çok esaslı adamdı rahmetli.
HAYAL GÜCÜNÜN KAPISINI ÇALAN TOKMAK BİLGİDİR
* Yeni oyunun “Kaplumbağa” yarın başlıyor.
- Tiyatronun bir mikroskop olduğunu kanıtlayan bir oyun bu, çünkü yaşamın gülünç ve hüzünlü yanlarını keşfetmemize yardımcı oluyor. Bu yüzden de tıpkı gerçek bir mikroskop gibi bütün bakteri ve mikropları da gün yüzüne çıkarıyor.
* Bakteri ve mikroptan kastın ne?
- Ee çevremizde bir sürü var onlardan. Kendini saklayanlar, başka türlü görünmeye çalışanlar, başkalarının üzerinden yükselmeye çalışanlar, kıskançlar...
* Senin çevrendekiler kimler?
- İsim olarak soruyorsan, baş mikrop olarak İzzet Çapa diyebilirim tabii (gülüyor)...
* Başka başka?
- İzzetçim git işine, polemiklerin modası çoktan geçti.
* O zaman gelelim “Kaplumbağa”nın faydalarına...
- Kaplumbağa herkesin kendine göre yazmak istediği tarihi, rakamlardan değil detaylardan yola çıkarak sımsıkı kavramaya çalışan bir oyun. 200 yıl geri giderek bugünkü insan zihninin nasıl oluştuğunu anlatmaya çalıştım. Ne çıktı ortaya biliyor musun?
* “Tarihin Arka Odası”nın uzun versiyonu mu?
- Şöyle bir bak etrafına, dünyanın dört bir yanında herkes kendini adeta canlı birer bombaya çevirmiş durumda. İnsan olarak evrimin zirvesine ulaştık belki ama artık maalesef evrimimiz geri geri gitmeye başladı. İnsan yavaş yavaş içinde barındırdığı vahşi hayvan olma yolunda ilerliyor. Anlayacağın Darwin’in öngöremediği şey, evrimin geriye doğru da işleyebileceği olmuş.
* Felsefeyi bırak da şu oyunun konusunu anlat artık...
- Bir tarih profesörü ile tarihi gerçekten yaşamış 200 yaşındaki bir kaplumbağanın hikayesi. Profesör yazıyor, çiziyor; kaplumbağa da tarihin görgü tanığı olarak onun anlattıklarının yanlışlığını kanıtlıyor.
* “Asi Kuş”, “Kaplumbağa” derken iyice kaptırdın kendini hayvanlar alemine.
- Zaten arkadan hangi hayvan geliyor diye soruyorlar bana.
* Asi Kuş neyin mikroskobu peki?
- Aşkın iki kişilik devrimci bir örgüt olduğunu gösteriyorum o oyunda da ama bundan sonra hayvanlar yok. Kitaplar üzerine bir oyunum var sırada. İsmi de “Hem Okudum, Hem Yazdım”...
* Hayal gücünün kapısı nasıl sürekli açık kalabiliyor?
- Şimdi söyleyeceğimi yaz bir kenara: Hayal gücünün kapısını çalan tokmak; bilgidir.
* Bugünkü tiyatrocular yeteri kadar bilgili mi sence?
- Yüzde 15-20’si bilgili olmak için araştırır, okur, yazar ama büyük bir kısmı koşuşturmacanın içinde bilgiyi ıskalıyor.
TWITTER FENOMENİ DEĞİL TWITTER MANYAĞIYIM
* Son günlerde Twitter fenomenliğine soyundun.
- Ben Twitter fenomeni değil, Twitter manyağıyım ve eğer buraya benim Twitter adresim yazılmazsa bu röportajı eshefle kınarım haberin olsun.
* Aman tamam kızma. Ali Bey’in Twitter adresi @alipoyrazoglu. Takip ediniz, takip ettiriniz. Pazarlama dehasısın mübarek ama işin içine tehdit de katıyorsun!
- Pazarlama dehası falan değilim ama Türkiye’deki en büyük kurumsal firmalara pazarlama, marka değeri, ekip çalışması, liderlik, risk yönetimi gibi konularda metotlar öğretiyorum.
* Peki sen bir marka mısın?
- Ali Poyrazoğlu bir marka tabii ki. Zaten konferanslarda “Medici Etkisi” diye bir yöntem öğretiyorum.
* Tercüme edilmiş halini rica etsem...
- Bu yönteme göre “Her işadamı içindeki sanatçıyı; her sanatçı da içindeki işadamını keşfetmelidir”...
YILDIZ KENTER'İ PAVYONA ÇIKARARAK TARİHE GEÇTİM
* Ah öğrenci olup senin üniversitedeki derslerine girmek vardı. Kim bilir ne “tatlı” bir hocasındır?
- Yok be, despot olduğumu söylüyorlar ama öbür türlü de öğretmenlik yapılmıyor.
* Yıldız Kenter’den bile daha sert bir hoca mısın?
- Ben bir noktada ipleri gevşetirim ama Yıldız Hanım gevşetmez. Ben onun öğrencisiyim. Biz okuldayken hatırlıyorum da Yıldız Hanım çok disiplinli, otoriter bir hocaydı ama onun bu duruşu bize kendi mesleğimizdeki iç disiplini öğretti.
* Yıldız Hoca ile okuldan sonra da görüşmeye devam ettiniz mi?
- Ayda bir-iki kere buluşup yemeğe gideriz. Geçen sene Bodrum’dayken yine böyle bir yemek programı yaptık. Ben de hocamı almaya evine gittim. Kapıyı çaldım. Hazırlanmış, süslenmiş. Tam çıkacakken, ablası balkondan bana seslenip “Geç kalma, kızı eve erken getir” dedi (gülüyor). Sen onu bunu bırak da benim Yıldız Kenter’i pavyona çıkaran insan olarak tarihe geçtiğimi biliyor musun?
* Pavyon bir oyunun adıydı herhalde!
- Yok, Yeşil Kabare’yi işlettiğim dönemde gelip orada sahneye çıkmıştı.
* Ee pavyonla ne alakası var?
- Yeşil’i açtığımda ruhsat lazım dediler, gittik almaya. Komiser “Kaça kadar açık? Nasıl bir yer olacak?” diye başladı sorulara. “Kadın-erkek birlikte oturacak, eğlenecek, sahnede stand-up yapılacak ve sabah 4’e kadar açık olacak” dedim. Komiser stand-up’ın ne olduğunu sorunca, “Burası bir kabare. Stand-up da ayaküstü geyik muhabbeti” dedim. Her şey iyi hoştu da adamlara bir türlü oranın kabare olduğunu kabul ettiremedim.
* O niye?
- Çünkü komiser “O kabare değil, kabara’dır” diye tutturdu. Neymiş efendim kadın-erkek yan yana oturup, birbirine sürtününce bir şeyler ‘kabara’cakmış. Bana bu yeni terimi öğrettikten sonra ‘Sana ancak pavyon ruhsatı veririz’ dediler. Fakat bu sefer de ruhsat için tipim uygun değildi.
* Tipe göre ruhsat verildiğini de ilk defa senden duydum.
- Bıyıksız pavyoncu olmazmış meğer. Ruhsat için fotoğraf çektirmeye gitmeden önce tiyatroya uğradım, taktım bıyığımı.
* Ve pavyoncu oldu Ali Poyrazoğlu...
- Tabii hatta hâlâ Pavyoncular Odası üyesiyim. İşte bu yüzden Yeşil Kabare’ye konuk olarak gelip sahne alan Zülfü Livaneli’den Yıldız Kenter’e kadar hiçbir ünlü isim “Pavyonda çalışmadım” diyemez!
* Başka hangi ünlüler senin yüzünden pavyona düştü?
- Deniz Türkali, Müjdat Gezen, Uğur Yücel, Huysuz Virjin, Demet Akbağ, Rasim Öztekin, Cem Özer... Bir de her gece misafir olarak gelen ünlülere program yaptırırdık.
* Adamlara hem hesap ödetiyorsun bir de üstüne program mı yaptırıyorsun?
- Aynen öyle. Yeşil Kabare’nin sahnesine en fazla renk katan isimlerden biri de Sakıp Sabancı’ydı. Mekana gelir, yer, içer; sonra da sahnede fıkralar anlatırdı. “Misafir olarak gelip de kendini en çok sahnede bulan kimdi?” dersen... Kardeşim Sezen Aksu tabii ki.
MİTHAT CAN’IN ANNESİ OLDUM, ONU BEN BÜYÜTTÜM
* Kardeşin vefalıymış anlaşılan?
- Aa tabii, bana Yeşil’de büyük kıyağı olmuştur. Dükkanı açmama yakın, geldi “Sen borç harç böyle bir işe kalkışmışsın. Açılışında bari ben çıkayım” dedi ama kısmet olmadı.
* Neden?
- Çünkü bir işadamı olarak düşündüğümde eğer Sezen Aksu ile açılışı yaparsam aynı istikrarı korumam imkansız olacaktı. Fakat aradan zaman geçti, cebime de biraz para girdi. Sahneye çıkması için çaldım Sezen’in kapısını. İnanır mısın para pul konusunda tek bir soru sormadan “tamam” dedi.
* Sonunda muradına erdin?
- Eremedim çünkü bir gün sonra Sezen aradı “Benim Fahrettin Aslan ile anlaşmam var, avansımı aldım. Şimdi senin orada çıkarsam ayıp olur” dedi ama ne yaptı biliyor musun? Fahri Bey’in gazinosundaki programından çıkıp 30 gece üst üste Yeşil’e misafir olarak geldi ve sahne aldı.
* Ve sen de yıllar sonra Mithat Can’ın üvey babası oldun?
- Ne üvey babası! Annesi oldum, büyüttüm çocuğu. Sezen’le Bodrum’da komşuyuz, onun için Mithat Can bizim bahçenin çocuğudur.
* Hayırlı evlat mı Mithat Can?
- Tabii ki hayırlı. Ah ben onu küçükken annesine karşı nasıl kışkırtırdım bir bilsen.
* Nasıl Ali, nasıl?
- Bir keresinde, bizimki daha küçücük, “E.T.” filmini izlemiş, koşa koşa yanıma geldi. “E.T.”de hani çocuklar bisiklete binip havaya uçuyorlar ya, Mithat Can da ona benzeyen bir motosiklet alıp, önüne bir bıçak koyacağını ve uçarak çocukların doğum günü partilerinde pastalarını kesmek istediğini söyledi.
* Çılgın profesör mübarek...
- Tabii onun müthiş bir yaratıcı dehası vardır. Neyse ben de Mithat Can’a gaz verip Sezen’i delirteceğim ya, “Söyle annene alsın sana o motosikletten” dedim. Bizimkinin gözleri fal taşı gibi açıldı, “Var mı gerçekten öyle bir motosiklet?” diye sordu. “Perşembe pazarında dolu”’ dediğimi duyar duymaz annesinin yanına koştu. Sezen’in beş dakika sonra bağırışlarını duymaya başladım. “Hangi deyyus öğretiyor sana bunları?” diye şakıyor. Derken tutup Mithat Can’ın elinden yanıma geldi. Bu sefer bana “Niye bu çocuğa böyle şeyler öğretiyorsun?” diye saydırmaya başladı. Ben de döndüm “Var o motosikletlerden, niye pintilik edip almıyorsun çocuğa?” diye kapattım konuyu. Şaka bir yana, muazzam bir kadındır Sezen. Bütün sırlarını çekinmeden emanet edebileceğin bir dosttur o.
Efendim muhabbet burada bitiyor. Ali Poyrazoğlu 29’undan itibaren Asi Kuş’la Kaplumbağa arasında gidip gelirken, seyircilere hoş vakit geçirtmenin yanı sıra manevi olarak zenginleşmesini de sağlayacak. Ben ise 19. kukla bile olamadığıma yanıp, uzaktan kendisini hayranlıkla izleyeceğim.
"CEM YILMAZ MUSLUKÇU OLURSA DAHA MUTLU YAŞAR" DEDİM
* Cem Yılmaz’ı sahnede ilk seyrettiğinde ona “Bu işi bırak” dediğin doğru mu?
- “Yormasın kendini, uğraşmaya değmez. Bu zor iştir. Muslukçu olursa daha mutlu yaşar” demiştim.
* İyi ki de seni dinlememiş.
- Yahu bende de kötü bir niyet yoktu ki. Bodrum’da bizim arkadaşlarla takıldığımız iş yapmayan bir mekan vardı. Savaş (Ay), Ferdi (Özbeğen) ve ben sahneye çıkıp kendi kendimize eğlenirdik. Bir gün Savaş yanında genç bir delikanlı ile geldi, “Bu çocuk sahneye çıkacak, program yapacak ama sizden utanıyor” dedi.
* Ee siz de arkanızı dönseydiniz de utanmasaydı bari çocuk...
- İşte o çocuk Cem Yılmaz’dı. Cem’in, Savaş Ay ile kapı kapı gezip kendini geliştirmesi ve sınaması onu pişirdi. Aslında o gece de yanımıza acemiliğini yenmek için gelmişti. Belki o zamanlar Cem Yılmaz acemiydi ama parlak zekası sayesinde kendinden usta çıkarmayı becerdi.
* Bugün Ali Hoca’dan geçerli not alıyor mu Cem?
- 10 numara olmuş, Cem Yılmaz olmuş. Bana mı düşecek not vermek? Ben karışmam. Ne söylesem out’a gider top. Bir gün fırsat olursa, beraber çalışmak da isterim Cem ile.
"İZMİR VALİSİ DENEN DEYYUS"DEDİM, KARŞIMDA DURUYORMUŞ
* 12 Eylül döneminde Bülent Ersoy’a sahne yasağı geldiği gün sen kalkıp “Çılgınlar Kulübü”nü sahneye koyuyorsun. Cesaret hapı falan mı almıştın?
- Zaten herkes “Bülent Ersoy’a sahne yasağı geldi. Sen travestilerin hayatını anlatan bir oyun yapıyorsun” diye beni vazgeçirmeye çalıştı ama “İstiyorlarsa yasaklasınlar, yasal haklarımı kullanırım” deyip açtım perdeyi.
* Korkulan başa geldi mi?
- Tam aksine, seyirci de basın da oyuna öyle bir sahip çıktı ki bir ayda bütün biletler satıldı. İlk seyretmeye gelenlerden biri de kimdi biliyor musun?
* Nereden bileyim Ali, yaşım tutmaz?
- Yine başladın mikropluk yapmaya. “Çılgınlar Kulübü”nün ilk seyircileri arasında Bülent Ersoy vardı.
* Yasaksız devam ettin yani...
- Yok, sonra İzmir’de yasaklandı ama ben kanuni haklarımdan emindim. Zaten İdari Mahkeme’den “eğitici-öğretici” kararı çıktı ve yasaklar kalktı.
* İzmir vukuatını kolay atlattın yani?
- Onu atlattık da ben ne zaman İzmir’e gitsem başıma bir şey geliyor. Bir keresinde yine İzmir’deyim, bu sefer “Oğlum Çiçek Açtı” oyununu sergiliyorum.
Oradayken Rotaryenler Kulübü’ne konuşma yapmak için davet edildim. Neyse konuşmayı yaptım, yukarıya odama çıktım. “Piyes yasaklandı Ali Bey” diye bir telefon gelmez mi?
* Gelir herhalde...
- Sen geç dalganı bakalım... “Bu oyun Ankara’da, İstanbul’da oynanmış, herkes seyretmiş beğenmiş, yasaklanması olacak şey değil” deyip ayaklandım.
* Yasaklayan kim peki?
- Polis dediler. Polis kime bağlı? Valiye... “Belki aşağıda konferans verdiklerimin arasında beni valiyle irtibata geçirecek biri vardır” diye düşündüm, bindim asansöre. 3’üncü katta asansörün kapısı açıldı. Arif Kayra yanında bir adamla içeri girdi. Tabii yüzümü görünce “Neden böyle ateş saçıyorsun etrafa?” diye sordu. Ben de “Piyesi yasakladılar” dedim. “Söyle Ali biz çaresine bakarız, kim halleder bunu?” dedi Arif. Ben de “İzmir Valisi denen deyyus halleder” dedim ve Arif’in yanındaki adamın ağzından bir cümle dökülüverdi: “O deyyus benim!”
* Yasağın kalkması hayal oldu yani...
- Ben de öyle sandım o an ama Hüseyin Öğütcen, çok uygar bir adamdı. Hemen bir bilirkişi heyeti kurdu ve yasağı kaldırdı.
İSTİFA ETTİM AÇLIKTAN YÜZÜM BEMBEYAZ GEZİYORDUM
* Çocuk aklıyla değil de gerçek anlamda tiyatro patronu nasıl oldun?
- Aziz Nesin’in bana verdiği gazla... Başka tiyatrolarda çalışırken Aziz abi sürekli “Gençsin, içindeki sesi dinle, rengini bul” deyip kanıma işledi. Ben de kendi tiyatromu kurma hayalleriyle çalıştığım yerden istifa ettim, hem de cebimde beş kuruş para yok. Ama rengimi çabucak buluverdim, açlıktan yüzüm bembeyaz halde dolanıyordum etrafta.
* Sefiller’i oynuyorsun yani.
- Sorma. Ne yapıp edip kurdum tiyatroyu, gittim Aziz abinin yanına. “Haydi tiyatro hazır, yaz oyunu” dedim. “Ne oyunu, işim gücüm var benim, roman yazıyorum” deyip savdı beni başından.
* Ne yaptın peki sonra?
- Ne yapacağım? Aziz abiye oyunu yazması için ısrar ettim. Ne de olsa bu en doğal hakkım.
* Koca üstat mecbur mu sana oyun yazmaya?
- Mecbur tabii. Aziz abi o zamanlar İtalya’da Altın Palmiye mizah ödülünü almıştı. Ödül belgesinin üstünde de aynen şöyle yazıyor: “Bu ödül Aziz Nesin’in okuyucularına ondan sınırsız eser isteme hakkını verir.”
* Ödül değil kontrat mübarek!
- Neyse ne artık. Gittim Aziz abiye, “Bana tiyatroyu kurdurdun, borcun harcın altına soktun. Bu ödül bana senden eser isteme hakkı veriyor. Hakkımı ver, hakkımı ver” diye bela oldum başına.
* Aziz Nesin ne yaptı?
- “Bir ay sonra gel” dedi. Tam 30 gün sonra evinin kapısını çaldım. İçeri girer girmez masanın üzerine bir dosya attı. Yazmış oyunu sağ olsun, manidar bir isim de koymayı ihmal etmemiş... “Hakkımı Ver Hakkı”... Müthişti, çok tuttu.
* Daha sonra da pek çok Aziz Nesin eserini sahneledin.
- Tabii ama pek çok kez de yersiz suçlamaların kurbanı oldum.
* Ne gibi suçlamalar?
- O zaman 141, 142 falan filan diye maddeler vardı. Yok efendim örgüt kuruyorsun, komünist propagandası yapıyorsun gibi ithamlarla karşı karşıya kalıyorduk. Az çekmedik o zamanlar.
* Ama yılmadan yoluna devam ettin...
- Yılmadım. Tiyatro yapıyorum diye Aydın’da faşistlerin saldırısına uğradım, altı yerimden bıçaklandım, kaburga kemiklerim kırıldı. Şimdi acıklı bir gülümsemeyle bakıyorum geçmişe ama gülümsenecek bir tarafı da yok aslında.