Nereden geldiğimiz, kim olduğumuz, nereye gittiğimiz ve bizi kimin resmettiği konusundaki söylentilerin çokluğu bizi dertlendiriyor. Hakkımızda anlatılan doğru yanlış hikayelerden, dedikodulardan hayal kırıklığına kolay kapılacak kişilerden değiliz aslında.Resmimize yakından bakan biri de, kuru gürültüye, akademik laflara fazla metelik vermeyeceğimizi anlar hemen. Tıpkı aramızdaki eşek gibi, bu dünyaya aitiz, adımlarımızı dikkatle atıyoruz ve nereye gittiğimizi de biliyoruz. Sorun, nereden gelip nereye gittiğimizo kadar çok araştırılırken bir resim olduğumuzun unutulması. Kayıp bir hikayenin, tarihin unutulmuş, bilinmeyen bir köşesinin parçası olduğumuz için değil, bir resim olduğumuz için zevk vermek isterdik sizlere. Lütfen bize öyle bakmaya çalışın ve bütün varlığımızı, alçakgönüllü renklerimizi, aramızdaki sohbete kendimizi kaptırmış olmamızı içinizde hissetmeye çalışın. Teşekkürler. BU ahersiz (*) cilasız kaba kağıdın üzerinde olmak, kaba çizgilerle alelacele resmedilmiş olmamız hoşumuza gidiyor. Üzerine kuvvetle bastığımız toprağın, otların, çiçeklerin ve arkadaki ufuk çizgisinin hiç resmedilmemiş olması, bütün kabalığımızı, kanlı canlı halimizi, iri parmaklı ellerimizi, bol ve kaba kumaştan elbiselerimizi, ve toprağa bağlı sağlam ve güçlü hareketlerimizi ortaya çıkarıyor. Eşeğin gözlerindeki meraka, bizim gözlerimizdeki cinliğe, bakışlarımızdaki telaşa, bilinmez bir şeyden korkuyor gibi olmamıza dikkat edin. Ama aynı zamanda da, ressamın yanaklarımıza renk vermesinden, eşeğin sevimli halinden, çizgilerimizin gelişigüzel gibi durmasından ressamın koyu bir mizah duygusu olduğu da anlaşılıyor. Bu korku, telaş, acele ve gülümseyen dikkat, kağıdın geri kalanının manzarasız ve bomboş olması aramızda oluşan çok özel bir anı ortaya çıkarıyor. Sanki çok yüzyıllar önce bir gün biz üçümüz ve eşek tıpkı hikayelerdeki gibi, bir yolda giderken bir ressamla karşılaşmışız ve maşallah hüner sahibi üstad ressam -zaman dışı bir ifade kullanmamıza lütfen izin verin- burada tıpkı fotoğrafımızı çeker gibi o anı hemen tespit etmiş. Kaba kağıdı, kalemi çıkarıp resmi o kadar hızla yapmış ki üstad, geveze olanımızın ağzı açık çizilmiş ve çirkin dişlerinin kabalığı ortaya çıkmış. Bizi bu çirkin dişlerimiz, kıllarımız, ayı pençesi misali hantal ellerimiz, başka resimlerde de gördüğünüz pis, yorgun, bitkin hatta kötücül halimiz yüzünden sevin isteriz. Bizi değil, resmimizi.AMA aklınızın üstad ressama takıldığını biliyoruz. Ne yazık ki, ressamın kim olduğunu bilmeden bir resmi sevmeyi anlayamayacak insanların yaşadığı bir çağa aitsiniz. Peki o zaman: Ressamımızın adı Mehmet Siyah Kalem’dir. Diğer bazı resimlerdeki üslup ve konu benzerliğinden biz göçebeleri resmeden kişinin bu aynı ressam olduğunu çıkartmak kolay belki. Ama resmin kenarlarına bu imzanın çok sonradan atıldığını bütün alimler söylüyor. Biz de hak veriyoruz. Bizi resmeden kişi, imzanın değil de hünerin ve hikayenin önemli olduğu bir çağda yaşadığı için resimlerimizin altına imza atmamıştır. Aslında biz bundan şikayetçi değildik hiç. Zaten resimlerin hikayeleri anlattığı çok eski zamanlarda resmedildiğimiz için hikayelere hizmet etmek bize yetiyordu. Alçakgönüllüydük. Ama bu hikayeler unutulup da, bizim resim olmamız daha belirgin bir şekilde ortaya çıktığında, uyanık birisi, İstanbul Topkapı Sarayında 1. Ahmed zamanında (1603-17) resimlerin bir köşesine bu imzayı gelişigüzel atıverdi. Aslında bu kelimeler imzadan çok bir aidiyet ifadesidir, o kadar.BİZİ bir üstadın kalemine bağlama arzusu bir başka yanlışa daha yol açtı: Aynı albümlere şu veya bu nedenle konmuş başka resimlere de, üslup ve konu tutarlılığı gözetilmeden aynı imza atılmaya başlanmış. Sırf hepimiz aynı albümün içinde, Fatih Albümünde olduğumuz için. Oysa ünlü İran ya da Osmanlı ressamları üzerine bir kaç söz yazmış tarihçiler Dost Muhammed, Kadı Ahmet, Gelibolulu Mustafa Ali, Siyah Kalem’den hiç bahsetmezler. Yani, hünerbaz ve çabuk elli ressamımız hakkında, uydurma adı dışında hiçbir şey bilinmiyor.Ama bir teselli olarak Siyah Kalem’in bir çeşit resmetme üslubu olduğunu bizlere bir ad, bir imza, bir üstad yakıştırma telaşına kapılanlar için söyleyelim: Ressamımıza yakıştırılan ad, Siyah Kalem, 16. yüzyılda İranlı yazarlarca kalın kenarlı, siyah beyaz çizgi resimleri adlandırmak için kullanılırdı. O zaman şu sonuç çıkıyor: Siyah Kalem biz üçümüz bir yolda konuşa konuşa giderken bizi bir anda resmediveren ressamın adı değil de onun kullandığı üslubun adı. Peki, üzerimize sürülmesinden o kadar haz aldığımız kırmızılar ve maviler nasıl açıklanacak o zaman? ÇOĞU zaman bizim hakkımızda söylenenlerin birbiriyle çelişmesi bizi eğlendirir. Uygur, Türk, Moğol ya da İran kaynaklı olduğumuzu, ya da 12 ile 15. yüzyıl arasında bir zamanda yaşadığımızı kanıtlamak için yazılan onca yazı, o kadar fikir, bütün o bilimsel toplantılar, birbirleriyle kibarca çelişen akademisyenlerin söyledikleri bizi inkar edilemez ve inandırıcı bir şekilde tarihin ve coğrafyanın bir yerine kesinlikle bağlamaz hiç. Bir şüphe uyandırır sadece.Türkler romantik bir Türk milliyetçiliğinin etkisiyle bizim İç Asya’dan ya da Moğolistan’dan geldiğimizi kanıtlamaktan hoşlanırlar. Ve bizimle aynı albümde yer alan sevimli şeytanların ve cinlerin resimlerine bakıp bizi Şaman’lara bağlarlar. Bizler ise bu korkunç ve tatlı yaratıklarla aynı kabalıkta, kıvrım kıvrım çizgilerle ve aynı cingöz bakışlarla resmedilmiş olmaktan hoşlanırız. Aynı albümde yer aldığımız başka bazı resimlere ve benzer üslupla resmedilmiş Çin kökenli bazı şeytanlara bakıp bizim çok daha uzaklardan, Çin’den geldiğimizi söyleyenler de içimizdeki yolculuk ve göçebe duygularına seslenip bizi sevindirirler. Başka bazı resimlerdeki şeytanların Şahtahmasp’ın yaptırdığı ünlü Şehname’yi etkilemiş olması, ya da Tebriz’deki Akkoyunlu Sarayı ile üslup benzerlikleri de bizi bazı alimlere göre bugünkü İran’ın coğrafyasına yerleştirir. Zaten çoğunluk Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’in 1514’te Çaldıran’da Safevilere karşı kazandığı zaferde bizi bir ganimet olarak aldığı görüşündedir. Kırmızı elbiseli arkadaşımızın kafasındaki şeyin çan biçiminde olduğuna bakarak Rus kökenli Boyarlardan olduğumuzu söyleyenler bile vardır.BÜTÜN bu tahminlerin uyandırdığı şüphe ve hayret bizim resim olarak siz bakanlarda uyandırmak istediğimiz hayrete benzer biraz. Bir resmimizin uyandırdığı hayret, korku, şüphe vardır. Bir de hakkımızda çıkarılan söylentilerin, yazıların, uyandırdığı esrarlı bir hayret vardır. Alimlerin uyandırdığı ikinci hayret, birincisine, yani resmimizin uyandırdığı hayrete bir derinlik verir. Dünyanın bu ücra köşesinde hakkında en çok yazılan, en çok düşünülen, en esrarlı resimler olmakla iftihar ederiz. Hakkımızda bütün o yazılanlar, evet, bizi huzursuz ediyor, çünkü bir resim olduğumuz unutuluyor. Ama bütün o yazılanlar ve sanat tarihinin sonuçsuzluğu hakkında bir fikir edinerek bize bakıldığında etrafa saçtığımız, şüphe, hayret, korku tuhaf bir şekilde güzel bir havaya bürünüyor. Asıl söylemek istediğimiz şey buna benzer: Tıpkı Türkler gibi Çin’den mi, Hint’ten mi, İç Asya’dan mı, İran’dan mı, Maveraünnehir’den mi, Türkistan’dan mı, nereden gelip nereye gittiğimize değil, insanlığımıza dikkat edin lütfen. Bakın ne kadar dertliyiz olup bitenlerden. Gözlerimizi açmış, dikkatimizi işimize vermiş, kendimizi korumaya çalışıyoruz ve bir yandan da birbirimizle dertleşip konuşuyoruz. Şeytanlar bizi de o at gibi alıp yeraltı alemine götürebilirler diye dertleniyoruz. Yoksulluk var, korku var, bitip tükenmeyen yolculuklar, kocaman çıplak ayaklı adamlar, atlar, korkunç yaratıklar... Hissedin bizleri! Bir rüzgar esiyor, eteklerimiz dalgalanıyor; korkuyor, ürperiyor, ama yola devam ediyoruz. İçinde yol almaya çalıştığımız zaman dışı bozkır, üzerinde resmedildiğimiz bu renksiz, özelliksiz kaba kağıda benzer. Dağsız, tepesiz, dümdüz bir toprakta, sanki zamansız bir çağda yaşıyoruz.İNSANLIĞIMIZI hissettikçe, biliyoruz, yavaş yavaş şeytanlığımızı da hissedeceksiniz. Hem korkuyoruz o şeytanlardan hem de onlarla aynı malzemeden yapıldığımızı biliyoruz. Siz de görün, korkun istiyoruz. Bakın bu tuhaf yaratıkların boynuzlarının, saçlarının ve kaşlarının kıvrımlarına, bizim vücudumuzun kıvrımlarına benziyor. Elleri, koca ayakları tıpkı bizimkiler gibi kaba ama ne kadar da canlı! Önce şeytanların, devlerin burunlarına bakın sonra bizim burnumuza bakıp şeytanlarla kardeş olduğumuzu düşünün ve korkun bizden. Ama korkacağınıza gülümsüyorsunuz.Ruhunuza korku salamamamızın acıklı nedenini biliyoruz. Bir zamanlar parçası olduğumuz hikayeler unutuldu. Kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmediğiniz gibi ve daha da kötüsü, hangi hikayenin hangi parçası olduğumuzu da bilmiyorsunuz artık. Felaketler, yenilgiler, yıkımlardan sonra geçmişimizden yürüye yürüye böyle göç edip iyice uzaklaşınca hikayelerimizi, kim olduğumuzu sanki biz de unuttuk.Türk olduğumuz, ya da Tebrizli ya da Moğol olduğumuz yolundaki öfkeli itirazları işitiyoruz. Resmimizin yapılmasından yüzyıllar sonra bizlere pek çok kavim adı, pek çok millet, hikaye yakıştırıldı. Sipsivri dişli, sivri tırnaklı, gülünç bakışlı şeytan var ya, aramızdan birini almış hani, kim bilir nereye, belki de ölülerin yeraltındaki dünyasına götürüyor (en alttaki resim). Peki, o resim, mesela aranızdaki çok bilmişlerin tahmin ettiği gibi, ünlü İran destanı Şehname’dendir ve Akvan adlı devin uyuyakalmış Rüstem’i Hazar Denizi’ne atmadan önceki halini gösterir. Ama ya öteki resimler, onlar hangi hikayeleri ve hangi özel anları gösterir? Biz üçümüz ve eşek yolda giderken, hangi unutulmuş hikayenin hangi anını canlandırıyoruz? Biz kimiz?BİLMİYORSUNUZ. Size bir sır verelim o zaman. Çok uzaktan, Asya’dan bir yerden yola çıkmış giderken, biz üçümüz ve eşek, ressamla karşılaşınca resmedildik, biliyorsunuz. O resim işte en arkada sallanarak gelen arkadaşımızın kucağındaki cildbendin içinde. Akşam olacak, bir çadırda mumlar yanacak ve toplanan kalabalığa bir hikayeci, belki de şu an bizim ağzımızdan konuşan bu yazar gibi birisi, hikaye anlatacak. Hikayesini anlatırken dinleyenler eğlensin, dinledikleri hikaye de akılda kalsın diye şimdi seyrettiğimiz bu resmimizi de çıkarıp gösterecek. Ondan önce de resimler vardı, bizden sonra da başka resimler. Hepsi hikayeyi gösterirdi.Ama yüzyıllar ve göçler, yenilgiler, felaketlerden sonra hikayeler unutuldu. Hikayeleri hatırlatsın diye yapılan resimler de dağıldı. Bizler de gide gide nereden geldiğimizi unuttuk. Bu resimde hikayesiz, kimsesiz kaldık. Gene de resmedilmek güzel.BİR keresinde bir hikayeci, belki de Türk olup bununla dertlendiği için, bize bakıp şöyle başladı bizim hikayemize: Nereden geldiğimiz, kim olduğumuz, nereye gittiğimiz ve bizi kimin resmettiği konusundaki söylentilerin çokluğu bizi dertlendiriyor.Hissedin bizleri! Bir rüzgar esiyor, eteklerimiz dalgalanıyor; korkuyor, ürperiyor, ama yola devam ediyoruz. İçinde yol almaya çalıştığımız zaman dışı bozkır, üzerinde resmedildiğimiz bu renksiz, özelliksiz kaba kağıda benzer. Dağsız, tepesiz, dümdüz bir toprakta, sanki zamansız bir çağda yaşıyoruz.22 Ocak 2005’te, Londra’daki The Royal Academy of Arts (Kraliyet Sanat Akademisi), Türklerin sanatsal ve kültürel zenginliğini konu alan çok önemli bir sergi açıyor. Adı ‘Türkler: Bin Yılın Yolculuğu, 600-1600’. 350 eserle bin yıllık döneme tanıklık edecek bu serginin önemli bölümlerinden biri Mehmet Siyah Kalem’in resimleri. The Royal Academy of Arts
Magazin, kış sayısında sergiye geniÅŸ bir yer verdi ve Orhan Pamuk’un bir makalesini yayınladı. Pamuk yazısında serginin yıldızı Siyah Kalem’i anlatırken aynı zamanda Türklerin de her zaman dertli olan düşüncelerine odaklanıyor. Önümüzdeki günlerde The Guardian Gazetesi’nde de yayınlanacak olan bu yazıyı Hürriyet Pazar okuyucuları için özel olarak yayınlamamıza ‘olur’ diyen Orhan Pamuk’a teÅŸekkür ederiz.Siyah Kalem, 16. yüzyılda Ä°ranlı yazarlarca kalın kenarlı, siyah beyaz çizgi resimleri adlandırmak için kullanılırdı. O zaman ÅŸu sonuç çıkıyor: Siyah Kalem biz üçümüz bir yolda konuÅŸa konuÅŸa giderken bizi bir anda resmediveren ressamın adı deÄŸil de onun kullandığı üslubun adı. Â
button