Güncelleme Tarihi:
Kütahya'nın küçük mezarlığından evine dönen Ayten Arslan, o günün de yaklaşık üç yıldır yaşadıklarının bir tekrarı olduğunun farkındaydı. Her hafta gerçekleşen mutad ziyaretlerinin kimbilir kaçıncısıydı bu.
Yine, özenle hazırladığı ve kızının duvağı saydığı beyaz mezar taşını okşamış, ıslak toprağı avuçlarına alıp onun sıcaklığını hissetmeye çalışmıştı. Üç yıldır kurumak bilmeyen gözpınarlarındaki yaşlar yine Ayşe Nemit'in toprağına karışmıştı.
‘‘Rahat uyu kızım,'' deyip, bir dahaki mezar ziyaretine dek dışarı çıkmamak üzere Afyon caddesindeki mütevazı evlerine dönmüştü.
Dayanılası bir acı değildi bu .
Ankara'da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde okuyan 20 yaşındaki pırıl pırıl kızı Nemit'in hunharca öldürüldüğü haberi Kütahya'ya ulaştığından beri elleri tir tir titremeye başlamıştı Ayten Arslan'ın. Kızıyla birlikte yok olan sağlığına aldırış etmeden öylesine yaşamaya başlamıştı. Tek tesellisi, kızının katilinin önce 26 yıl cezaya çarptırılması, infaz yasasıyla da cezasının 9 yıla indirilip cezaevine konulmasıydı. Ne var ki şimdi dillerden düşmeyen ‘‘Bayram affı’’ acılı anne Ayten Arslan'ı 3 yıl önceki çığlık dolu dakikalara yeniden döndürmüştü:
‘‘Düşenebiliyor musunuz, hiç tanımadığı kızımı, sırf psikopat olduğu için 40 yerinden hunharca bıçaklayarak öldüren caniyi, cezasını henüz 3 yıl bile çekmeden salıvereceklermiş. Buna hangi yürek dayanır? Bu canileri affedenleri, ben bir anne olarak hayatım boyunca affetmeyeceğim.’’
İsyanı büyüktü. Sesini kime, nasıl duyuracağını bilemiyordu.
‘‘Rahşan Hanıma, Ecevitlere başvurmayı düşünmediniz mi?’’ diye sorduğumda, 45 yaşında saçı bembeyaz olan öğretmen anne Ayten Arslan, donuklaşan bakışlarıyla konuştu: ‘‘Nasıl başvuralım? Yetkili yerlere ulaşmak çok zor. Herkesin duyarlı olduğunu düşünmüyorum. Biz mahvolmuşuz, başkasının canı yansın istemiyorum. Zaten milletvekilllerinin de bunu istemediklerinden eminim.’’
OY UĞRUNA
‘‘Ama Rahşan Hanım da bir kadın duyarlılığı ile hareket ediyor,’’ diyorum.
‘‘Sanmıyorum. Rahşan Hanım, affı istemeyenlerin tuzu kuru demiş. Böyle bir sözü sarfettiğine inanamıyorum. Eğer affı istemeyenlerin tuzu kuruysa, işte bizim tuzumuz böyle kuru. Bazen isyanım çok büyük oluyor ve diyorum ki, kocamla, küçük kızımla birlikte intihar etsek kurtulur muyuz acaba? Bazen kanser olup ölsem diyorum. Biz öylesine mutlu bir aileydik ki, şimdi hiçbir güzelliği yaşayamıyoruz. Artık biz yaşamıyoruz. Kimseye Allah böyle bir acı vermesin, çünkü yaşamayan anlamaz, biliyorum. Rahşan Hanım'ın da bizi anlayacağını hiç sanmıyorum. Onun için de, bizi mahvedenleri affetme çabalarını kabullenemiyoruz. Şunu iyi bilsinler ki, canileri affedenleri biz hayatımızın sonuna kadar affetmeyeceğiz. Bunlar oy uğruna yapılıyorsa, bugüne kadar verdiğimiz oyları da bir daha onlara vermeyeceğiz.’’
‘‘Af, kapıda görünüyor. Bu durumda siz mağdur aileler nasıl hareket edeceksiniz?’’
‘‘Af, bayrama yetişecekmiş. Esas kader mahkumu bizleriz. Bizi düşünen yok. Her gün ölen bizleriz. Ama acılarımızla örgütlenip sesimizi duyurmamız çok zor. Benim 20 yaşındaki kızımı kara toprağın altına sokanlar, bayramda aileleriyle kucaklaşıp sevinecekler. Ben de , ne güçlüklerle büyüttüğüm kızımın toprağını okşayacağım. Biliyorum, kızımı hiçbir şey geri getiremez ama, onun kaybının ötesinde, bir de korkularımız var. Geride kalan küçük kızım, her an korku içinde, ya gelip bizi de öldürürse diye. Düşünün bir kere, hepimiz risk altındayız. Eğer bu insanlar ruh hastası iseler, hiçbir tedavi görmeden yeniden toplumun içine karışacaklar. Eğer siz cezaevlerinize hakim değilseniz, bu canileri salıp, sonra da sokağa nasıl egemen olacaksınız. Toplumu çok ciddi bir tehlike bekliyor. Caydırıcı cezaları çekmeden salınacak caniler, suçlular birer potansiyel tehlike olarak aramızda dolaşmayacaklar mı?’’'
NEMİT, GÖZBEBEĞİM DEMEK
52 yaşındaki baba Cevat Arslan'ın isyanıysa daha sessizdi. Kendi kendine mantık hesapları yapıyor, adaletten, kanunlardan, kurumların sağlamlığından, insan eşitliğinden dem vuruyor, sonra da, çaresiz kaldığının farkına varıp, dudaklarından dökülen isyan cümlesiyle düşündürüyordu:
‘‘Benim kızımın hayatının karşılığı meğer 3 yıl bile değilmiş!’’
Makina mühendisi babanın son uğraş alanı hukuktu. Ceza yasasını incelemiş, infazın ne demek olduğunu öğrenmişti. İki yılı özetlerken, açık bir ifadeyle konuşmak, anlaşılmak istiyordu:
‘‘Çok güzel bir aileydik. Nemit'i sevgi içinde büyüttük, okuttuk. Biz çerkez bir aileyiz. Çerkezce'de Nemit, gözbebeği demektir. Nemit bizim gözbebeğimizdi. 1998 yılının 6 Ocak gecesi acı haber geldiğinde, kendimi toplamaya çalıştım. Geride bir kızım daha vardı ve annesine haberi nasıl vereceğimi bilemedim. Sonra katil yakalandı ve mahkeme serüveni başladı. İki yıl boyunca 20 kez Ankara'ya gidip duruşma izledim. Hiçbir zaman kaba kuvvete yönelmedim. Bazen dayanamıyorsunuz, kızıma 40 bıçak darbesi saplayan o eli parçalamak istemedim değil ama hep adalete sığındık. Cezasını çekmesini istedik. Katilin ailesinin pervasızlığı bizi kahretti yine sustuk. Hiç uğraşmayın, af gelecek oğlumuz çıkıp Antalya'ya yanımıza gelecek diye mahkeme koridorlarında konuştular. Sustuk, adaletin yerine gelmesini bekledik. Önce 26 yıl ceza verildi, suçunu kabullendiği için iyi hal sayıldı ve 4 yıl cezadan düşüldü. İnfaz yasasıyla da ceza 9 yıla iniverdi. Biz, ne yapalım 9 yılda belki akıllanır diye teselli ararken, 3 yıl olmadan afla bayramda salınacağını öğrendik. Kader mahkumları diyorlar. Esas her gün ölen bizler kader mahkumuyuz. Hangi ülkede af teranesine bu kadar sığınılır? Bu ülkeye yazık değil mi?’’
Babanın bir isyanı da, polisin 6 ocak gecesi söylediği sözler:
‘‘Kızım çok okuyan, yazan, öğrenmek isteyen bir gençti. Sözlüsü ile yakında nişanlanacaktı. Arkadaşlarıyla konuşur, tartışırdı. Öldürüldüğü gece cinayet masası polisi, Nemit için arkadaşlarına, ‘‘herkese verir miydi’’ diye sormuş. Bu bir babayı ne kadar yaralar düşünebiyor musunuz? Aydın olmak, arkadaşlarıyla sorunları birlikte paylaşmak suç mudur? Hala ilkeli, mantıklı, akılcı kalmak istiyorum. Biz yandık, başkası yanmasın. Bir daha düşünsünler.’’
Katil kızımı tanımıyordu
Anne Ayten Arslan, 3 yıldır kızının yaşgünlerini mezarlıkta kutluyor. Ona en sevdiği çiçekleri götürüyor.
‘‘Sonra,’’ diyor anne, ‘‘O çiçekler kuruyunca eve getiriyorum. Onun köşesine, resminin yanına koyuyorum.’’
Kızının özel eşyalarını tek tek okşarken de, hepsinin öyküsünü anlatıyor;
‘‘Bu kazak, onun son ördüğü kazaktı. Şişleri bile üstünde duruyor. Yarım kalmış. O gün de kazağını örecekti, biliyorum.’
Ona olayın nasıl olduğunu soruyoruz:
‘ODTÜ'den çok sevdiği arkadaşı Ozan'ın kız arkadaşının eski sevgilisi olan bu cani, o gün Ozan'ı aramak için gittiği Nemit'in evinde birden telaşlanmış. Eline geçirdiği bıçakla kızımı arkasından delik deşik etmiş. Hayatında ilk kez gördüğü kızımı 40 bıçak darbesiyle öldürene kadar bu kazağı Nemit örüyordu.’’
Beni de öldürür diye korkuyorum
‘‘Ablam, bizim için çok değerliydi. Gözbebeğimiz gibiydi. Ben de onun gibi bilgili, hep okuyan, düşünen bir insan olmak istiyordum. İki kardeştik ama onu 20 yaşındayken bizden koparıp aldılar. Ben 3 yıldır büyük acılar içinde ve özlemle onu yaşıyorum.’’
Janset böyle diyordu. Evin oturma odasında ablası için düzenledikleri özel köşede duran gitarı okşuyordu. ‘‘Ablam müziği de çok severdi. Kitapları da. Topluma bir şeyler verebilmek için çabalardı. Şimdi hem onu yokettiler hem de caniyi aramıza salıcaklar.’’
Çerkezce'de, Canım anlamında kullanılan Janset'e, ‘‘korkuyor musun’’ diye sordum. ‘‘Bayramda af’’ madalyonunun bir başka yüzünü, henüz 18 yaşını süren genç kız şöyle özetledi:
‘‘Benim tüm korkum, ruhsal dengesi bozuk olan, cezalarını yeterince çekmeyen canilerin, katillerin, suçluların aramıza karışmasıdır. Biz bu acıyı hiç suçumuz yokken yeterince çektik, çekmeye devam edeceğiz. Ama başkalarının aynı acıları çekmesini istemiyorum. Korkuyorum, yine gelip beni, bizi bulur mu? Çünkü ablamı da hiç tanımıyordu, ilk gördüğünde onu 40 yerinden bıçakladı. Ben, 15 yaşından beri, bu olayın bedelini hiçbir suçum yokken ödedim. Özlemim çok büyük. Onun da ötesinde bu acıyı annemle babam atlatamadılar. Bu kadar özenle yetiştirilen, sevgi dolu insanı bir psikopatın yokedişini kabullenmek çok zor. Bizi bir çiçek gibi özenle yetiştirdiler. Kaybetmek onları da diri diri ölüme attı.’’