Hattuşa gişesindeki görevlinin gözleri, faltaşı gibi açıldı... Mart soğuğunda, Hititler’i ziyarete pek kimseler gelmezdi çünkü. Yol boyunca sıralanan, duvarlarına rutubet sinmiş turistik tesisler, hálá kış uykusundaydı. Boğazkale’nin kahvesinin önünde yapılan
seçim tartışmaları, etrafta yankılanıyordu. 3 bin 500 yıl öncesinin bu dünya imparatorluğu başkenti ise adeta bir efsanenin çöküşü ardından sinen bir sessizlik içindeydi... Hititler’e ait sur, kapı, tapınak, saray ve kale kalıntıları arasında gezerken, hayalgücümü harekete geçirebilecek her şeye sahibim. Öyle ki Hattuşa’da bir tek ben varım, bir de kralların, tanrıların, kölelerin ruhları... Hattuşa kazısını yapan, Alman Arkeolog Dr. Jürgen Seeher’in, ‘Hattuşa Rehberi’ elimde; Sfenksli Kapı’nın olduğu tepeden kente bakıp, bu Tunç Çağı İmparatorluğu’nun, devrine ne denli görkemli bir imza attığını daha iyi anlamayı umuyorum. Yerle bir olmuş yapılardan geriye kalan taş blokların ortasında, tapınakları yeniden inşa etmeye çalışıyor ama ne Hititler’in mühendislik dehasının, ne de yapı ustalarının eserlerinin kesin ipuçlarına ulaşıyorum. O zaman, Seeher’in kitabının sayfalarını karıştırıp, Hattuşa’yı bulan batılı gezgin Charles Texier’nin, 1834 tarihli çizimlerine, kazı sırasında çekilmiş fotoğraflara ve bilgisayarda yaratılan rekonstrüksiyonlara bakıp, yıkıntılar arasındaki Hattuşa’yı yeniden inşa ediyorum. BİN TANRILI HALKBu gerekiyor, çünkü binlerce yıldır, Hattuşa’nın izleri aşındıkça aşınmış... Aslanlar tek kalmış, sfenksler yıpranmış, Fırtına Tanrısı Teşup ile Güneş Tanrıçası Hepat’ın oğlu, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne taşınmış... UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde, Venedik, Kudüs, Roma, Kartaca, Machu Picchu gibi kentlerle birlikte anılan Hattuşa’daki bu kalıntılar, Hititler’in, geç de olsa çözülen sırlarıyla birleşince, ortaya başdöndürücü bir uygarlık çıkıyor. UNESCO’nun ‘Dünya Belleği Listesi’ne de alınan, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndeki yaklaşık 30 bin Hattuşa çiviyazılı tablet, bu hayranlık uyandıran halkın hukuk sistemi, teknolojisi ve kültürü hakkında çok şey anlatıyor. Kadına eşit haklar tanımaları, dünyanın ilk yazılı anayasasının yaratıcısı olmaları, kendilerini ‘Bin Tanrılı Halk’ diye tanımlayacak kadar, istila ettikleri ülkelerin tanrılarını kabullenerek, hoşgörülü bir din anlayışını benimsemeleri, işkence ve ölüm yerine tazminata dayalı, ileri bir hukuk sistemi kurmaları, insanlık tarihinin ilk iki taraflı barış antlaşmasına imza atmaları, Hititler’i Anadolu’da çok başka bir tahta oturtuyor. Hititler üzerine yazılan binlerce sayfalık araştırmaların içinde kaybolmadan önce, Yerkapı’nın 71 metrelik poterninin içinden geçin, surları engebeli araziye uydurmak için, nasıl bazı yerleri yapay olarak doldurduklarını, bazen de kayaları duvara kattıklarını gözlemleyin, ağzı açık aslanın yelesini, ayak tırnaklarını inceleyin, Hattuşa’ya tepeden bakın... Bu boşmuş gibi duran arazide geçireceğiniz ilk yarım saat içinde, Anadolu’nun ortasında bırakılan bu başkent de Hititler de sizi büyüleyecek... Günümüze ulaşan mükemmel belgeler olan Hititler’in çivi yazısı tabletleri, bir taraftan da kralların zaaflarını ve naifliklerini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Neredeyse bizi güldürecek kadar... Bu sözler Hattuşili’den; ‘... Elimdeki şehirleri aldın, beni tek bir kalede kral olarak bıraktın... Bana karşı kavgayı sen başlattın... Şimdi bana, başta onu kral yapan sensin, neden şimdi isyan ediyorsun, diye soran olursa. Benimle kavgayı o başlatmasaydı, tanrılar bir küçük krala bir büyük kralın yenilmesine izin verirler miydi, derim...’YÜZÜKLERİN EFENDİSİ GİBİKitapçıları dolaşırken, Sumerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın, ‘Hititler ve Hattuşa, İştar’ın Kaleminden’ adlı bir kitabını buldum. Çığ, Hititler’i gençlere tanıtabilmek için, uygun bir yazı stili ararken, dostu ve meslektaşı Hatice Kızılyay’ın, 1958’de, Hattuşa’daki kazılara, 14 yaşındaki kızı İştar’ı da götürdüğünü hatırlamış. Ve Hititler hakkında bilinenleri, bu küçük kızın ağzından, onun günlüğüymüş gibi yazmaya karar vermiş. Kitapta İştar, annesine kazılardan çıkanları soruyor, tanrıları tanıyor, Hititler’in ceza sistemini sorguluyor, Kızılırmak anlamına gelen ilk Hititçe kelimesini, ‘Maraşantiya’yı öğreniyor. Bu kitap, kendime; ‘neden okulda Hititler’i daha çok sevmedim?’ sorusunu sormama neden oldu. O dönemden en net olarak aklımda kalan, Kral ‘Şuppiluliuma’nın adını öğrenebilmek için döktüğüm kan ter...Oysa, Yazılıkaya, bir çocuk için bile büyüleyici... Düşünsenize, kayalıklara kazınmış yaklaşık seksen tanrı, her biri, birbirinden fantastik. Yani aslında, bir nevi, hasılat rekorları kıran, ‘Yüzüklerin Efendisi...’ Yazılıkaya’nın duvarlarındaki kabartmalara en uçuk masallar şapka çıkartıyor, tanrılar sınırsız bir hayalgücünü tetikliyor, beyin jimnastiği yaptırıyor, eğlendiriyor... Başrollerde, uzun, plili etekli, uçları yukarı dönük ayakkabılı, küpeli ve yüksek başlıklı tanrıçalar, kısa etekli, sivri başlıklı, kabzası hilal biçimli ucu kıvrık kılıçlarıyla, omuzlarında topuz taşıyan tanrılar... Sahneler öyle karışık ki; bunları ya tanrılarına su götürmez bir inancı olan Hititler ya da usta bir karikatürist yaratmıştır demekten kendini alamıyor insan. Rehberler bu sahneleri anlatırken, turistlerin gizli gizli gülmelerine de alışmışlar artık; ‘Burada gördüğünüz, uzun, plili elbiseli, yüksek başlıklı tanrıça, dört dağ konisi üzerinde duran bir yaban kedisine basarken, eteğinin arkasında, yarı yarıya gizlenmiş, sivri tanrı başlığı giymiş bir boğa sıçramaktadır...’ Bu fantastik tanrılardan başka, Hattuşa’dan Kastamonu’ya uzanan yolculuğum sırasında, beni şaşırtan bir başka şey, düdüklü tencerenin atasının İskilip’ten çıktığı iddiası oldu... Ayrıca, 500 yıldır bu yöntemle yapılan İskilip Dolması, geleneksel 12 saatlik pişirme süresiyle, ‘En Uzun Sürede Pişirilen
Yemek’ unvanını alarak, rahatlıkla Rekorlar Kitabı’na girebilir de... Çorum’a bağlı, 53 kilometre mesafedeki bu küçük yerleşime varır varmaz, buna benzer birçok ilginç öykü kulağıma gelmeye başladı. Çarşambaydı ve Yoğurt Pazarı kurulmuştu. Bir İskilipli’ye, herhangi bir çarşamba, ‘günlerden ne?’ diye sorsanız, ‘bazar’ diyecektir. Bu da geçmişin alışkanlıklarından biriydi. Eskiden kurulan pazarların adları, aynı zamanda günlerin de ismiydi. Salı günü, İskilip’te aynı soruyu sorun, ‘bugün deri’, pazartesi de ‘düşenbe’ cevabını alırsınız... Sadece çarşı isimleriyle kalmayıp, çok zengin olmasa da İskilipçe olarak adlandırılabilecek bir dil olduğu söylenebilir. ERKEKLERİN YAPTIĞI DOLMATarihin içinde, tarih olmak üzere bir başka zaman var, İskilip sokaklarında. Eski evler ve eski zanaatler... Semerciler Arastası’nda, ahşap, çürümüş kepenkleri bir daha hiç açılmamak üzere kapanmış 40 semerci dükkanından geriye kalmış 44 numaradaki, Recep Semerci, soyadına ve mesleğine asılmış, çalışıyor. Kunduracı, derici, keçeci aramayın artık İskilip’te. Caminin etrafındaki dükkanlarda, mes (ayakkabı içine giyilen deri çorap) satılıyor bir tek. Bir de, Eski Kadınlar Pazarı Sokak’tan girince, Emekli Sepetçi Ali Osman’ın oyma ağaç işleri yaptığı dükkanında, tokmaklı arabalar ve sap kağnılar var. Bu oyuncakları bir başka yerde bulmaya çalışmak boş bir çaba olur. Bakırcılara gelince; her ne kadar artık banyo kazanlarına pek gerek yoksa da hálá 400 kişinin doyurulduğu İskilip dolmasının piştiği kazanlara olan ihtiyaç, bu zanaati yaşatmaya yeterli... Tarihten gelen ve yaşatılan bir şey varsa, o da 500 yıllık Ahilik geleneğinin, esnaf duası. Bu kadar zaman sonra, bugün hálá İskilip’te çarşamba pazarı dualarla açılıp dualarla kapatılıyor. 13. yüzyılda doğan Ahilik, 1500’lerde İskilip’te benimsenmiş. Bugün geriye sadece bu dua kalmış.İskilip Dolması, bildiğimiz dolmalardan değil. Bu ilk şaşırtıcı özelliği. İkincisi ise erkekler tarafından hazırlanıyor olması. Dolmada kullanılan dana etinin yerini artık daha ucuz olan tavuk eti almışsa da yemek önemini kaybetmemiş. Ca denilen, bez bir torbanın içindeki pirinç, altına yerleştirilen etle birlikte kazanda pişiyor. İskilipliler, dolma kazanlarının düdüklü tencereye ilham kaynağı olduğuna inanıyorlar. Nasıl mı? Anlatıldığında hak vermemek elde değil. Kazanlara et ve pirinç konulduktan sonra, özel hazırlanmış bir hamurla kazanın etrafı sıvanıyor, böylece kazanın buhar kaçırması engellenmiş oluyor. Kazan kapağının üzerindeki küçük delik de havalandırmaya yarıyor.İskilipler, özellikle geçmişleriyle ilgili öyküleri anlatmaya meraklı. Bunların içinde, ‘İskilip ve Köylüleri Tayyaresi’, çok sıcak ve anlamlı bir hikaye.
Atatürk’ün emriyle kurulan Türk Tayyare Cemiyeti’nin İskilip şubesi açıldığında, altı yıl süren bir kampanya sonucu, bundan tam 73 yıl önce, halkın bağışlarıyla, İskilip Belediyesi Türk Hava Kurumu’na (THK) bir uçak armağan etmiş. ‘İskilip ve Köylüleri Tayyaresi’ adı verilen bu uçağı şimdi İskilipliler geri istiyor. Arzuları, ilçede yapılacak olan Şehitlik Abidesi’nde bu uçağı sergilemek... Oysa THK, uçağın aslının artık bulunmadığını, ancak istenirse, hizmet dışı kalmış bir uçağın gönderilebileceği cevabını veriyor. Kuşkusuz bu cevap, İskiliplileri hiç de tatmin etmiyor. Keşke abidede, savaşlarda şehit olan 722 İskilipli askerin künyeleri ve Kültür Bakanlığı’nın gönderdiği 4.5 metre boyunda ‘Kurtuluş Savaşı’nda Mehmetçik’ heykelinin yanıbaşında, bir de İskilipliler’in dedelerinin biriktirdiği parayla alınan uçak olabilseydi... BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIMHattuşa’ya, hayalgücünüzü kullanabilecekseniz gitmekDodurga yolu üzerinde doğanın renklerini yakalamak Hititçe kelimeleri ve kral isimlerini doğru söylemeye çalışmakÇorum leblebilerinin bütün çeşitlerinden tatmakHattuşa Yerkapı’daki tünelin içinden geçmekTanıdığınız bir çocuğa, İskilip’ten ahşap, tokmaklı araba hediye almakMüze ve kitaplardaki, çivi yazısı tabletlerin çevrilmiş metinlerinde, kral ve kraliçelerin naif yorumlarını okumakİskilip Dolması’nın hazırlanışını izlemek Yazılıkaya’da fantastik tanrıların kıyafetlerini incelemek Hitit yemeklerinden Kraliyet Şarap Çorbası’nı yapmaya çalışmak�
button