Nasipse alırım, ajansıma falan teşekkür ederim ama böyle şeylere fazla önem vermiyorum

Güncelleme Tarihi:

Nasipse alırım, ajansıma falan teşekkür ederim ama böyle şeylere fazla önem vermiyorum
Oluşturulma Tarihi: Ekim 07, 2007 00:00

Sadece 34 yaşında olmasına rağmen, son yıllarda adından çok söz ettiren, yaptığı filmlerle tek tek ödülleri toplayan, sineması değil ama kendi çok mütevazı bir sinemacı o. Fatih Akın, Berlin Film Festivali’nde 2004’te Duvara Karşı filmiyle Altın Ayı’yı aldıktan sonra, Türkiye’de 26 Ekim’de gösterime girecek Yaşamın Kıyısında filmiyle de bu yılki Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandı.

Bu başarıdan hemen sonra, aynı film geçen haftalarda Almanya adına Oscar için yarışacak film seçildi. Bunun hemen ardından, Fatih Akın’ın belki de Türkiye-Almanya arasındaki ilişkisinin garip bir tezahürü olarak, bu kez de yapımcılığını üstlendiği Takva’nın Türkiye adına Oscar için yarışacağı haberi geldi. Geçen günlerde ise Akın’ın başarıları gözünden kaçmayan Amerikan Sinema Vakfı ona davette bulundu ve ABD’nin kapılarını açtı. Kendiyle barışık, komplekssiz bir kişiliğin fotoğrafı çekilecekse Fatih Akın kesinlikle buna namzet biri. New York ile ilgili hazırlanacak bir kısa filmde Robert De Niro, Al Pacino gibi dünyanın en ünlü aktörleriyle işbirliği şansı varken, "Yok ben Uğur Yücel’le çalışacağım" diyecek kadar ters köşeye yatıran, ABD’li yönetmen Martin Scorsese onu Rolling Stones belgeselinin özel gösterimine çağırdığında, "Benim şimdi çöplük yapılmak istenen Çamburnu belediye başkanına mahkemede destek için Trabzon’a gitmem lazım" deyip teklifi geri çeviren bir uzaylı o.

Yaşamın Kıyısında filminiz Oscar için yarışacak. Bir gün Oscar alma hedefiniz var mıydı?

- Böyle bir hedefim yoktu ama nasipse alırım, sevinirim, ajansıma falan teşekkür ederim. ABD’de film yapmamı kolaylaştırır. Martin Scorsese bana göre dünyanın en iyi yönetmeni ama bakarsan daha geçen yıl Oscar aldı. Ama bir Alman çocuk vardı, o ilk filmiyle Oscar aldı. O yüzden böyle şeylere fazla önem vermiyorum. Ama adaylığa seçilmesi beni tabii ki heyecanlandırdı.

Bir triloji çekiyorsunuz. Duvara Karşı bir aşk, Yaşamın Kıyısında bir ölüm, üçüncü film ise şeytan temalı olacak. Aşk ve ölüm altından kalkılabilecek konular. Şeytanla nasıl başa çıkacaksınız?

- Bu triloji çok hümanist bir proje. İnsanları anlamak için, kendime verdiğim bir konu aslında. Aşk, ölüm ve şeytan üçgeni her insanda var. Ama aşkı çekerken sadece kadın erkek aşkı olarak düşünmedim. Aşk insandaki merhamet, cömertlik, affedebilme gibi duygularsa, şeytan da onun tam tersi. Ölümü de bunların arasındaki bir köprü olarak görüyorum. Erkan Can, Takva’da "Belki şeytan dedikleri bizzat biziz" diyor. Ben buna inanıyorum.

Yaşamın Kıyısında’yı çekerken en yakın arkadaşınız ve ortağınız Andreas Thiel öldü. Bir ölüm filmi çekerken, bu ölüm haberini almanız sizi nasıl etkiledi?

- Fantezi gerçeğe dönüştü ve ölümle karşı karşıya geldik. Bir hayat dersi oldu benim için. Bu film çok olgun bir film oldu. Sanki ben değil de, gelecekteki halim çekti. Hiçbir Fatih Akın filmine benzemiyor. Diğer filmlerime göre daha ağır, daha bir aile filmi. Biraz küfür var ama felsefesi var, daha sessiz bir film. Belki 50 yaşında niye çektiğimi anlarım. Sanki başka bir gezegenden gelen mesajları çektim. Şimdi sadece yaptım ve seyrediyorum, tuhaf olmuş diyorum.

Takva ve Yaşamın Kıyısında... Hangisinin Oscar şansını daha yüksek görüyorsunuz?

- İyi olan kazansın.

ÊYaşamın Kıyısında, aynı zamanda Altın Portakal’da Ulusal Yarışma Bölümü’nde de yarışacak. Fakat film Oscar aday adayı olduğunda "Bu film zaten Alman" eleştirileri yapıldı. Bu film bir Türk filmi mi, Alman filmi mi?

- Türk ortağım Anka Film bu film için risk aldı ve yatırım yaptı. Yaşamın Kıyısında’da geniş bir Türk oyuncu kastıyla çalıştım, filmin yarısından fazlası Türkçe olarak Türkiye’de çekildi ve teması bugünün Türkiye’sinden yola çıkıyor. Yani neden Türk filmi olmasın? Bu tip ortak yapımlar sinemanın geleceğini oluşturacak. Böyle tartışmalar bana çok önyargılı geliyor.

FİLMİMİ ÇOK KİŞİ İZLERSE SERMAYEM OTOMATİK ARTAR

Filmlerinizi yaparken "şu film şu festivalde ödül alır" düşüncesiyle mi çekersiniz?


- Tabii ki ödülü hesaplıyorum. Arkamda büyük bir stüdyo veya dağıtım şirketi yok, "A bak o varmış hadi gidelim" deyip milleti sinemaya akın ettirecek Brad Pitt, Johnny Depp gibi starlarım yok. Dünyada artık o kadar çok film çekiliyor ki, o filmlerin arasında filmlerim ödül alıp gündeme çıkıyorsa, evet bu ödüllere muhtacım.

İki yıl önce Cannes’daki ödüllerden sonra DJ’lik yaptığınız çok eğlenceli bir parti vermişsiniz. Müzikle de aranız hep iyi miydi?

- DJ’lik benim hobim, İstanbul’da, Babylon’da DJ’lik yapmıştım. En çok hip hop çalmayı seviyorum ama parti ortamına göre her müziği çalarım. Meselá İstanbul Hatırası filmimi pek çok kişi görmemişti. O filmi dağıtımcılara bu parti sayesinde sattım. "Filmlerin de partin kadar eğlenceliyse, izleyelim mutlaka" dediler.

Çok para kazanma hırsınız var mı?

- Aşırı hırsım yok ama başkalarında varsa, niye bende olmasın. Hiç köy insanı değilim ama köyde havuzlu evim olsun istiyorum. Para her şeyi rahatlatıyor. Ne kadar fazla kişi filmimi seyrederse o kadar iyi, otomatik olarak sermayeyi artırıyor. Aslında cebim taşmıyor ama egom taşıyor.

Scorsese New York’a davet etti ama Çamburnu’ndaki mahkemeye gittim

Cannes’daki bir yemekte tanıştırıldık. Sinema dinimse, Scorsese peygamberim. 15 yaşımdan beri idolüm. Amerikan Sinema Vakfı, Lizbon’da bütün dünya milyarderlerinin katıldığı bir sempozyum yapıldığını söyledi. Orada herkes kendi sorunlarını anlatıp, destek istiyormuş. Bana sen de gel, orada destek isteyelim, dediler. Vakıf adına gelen Scorsese’in yardımcılarıyla bir konuşma hazırladık. O toplantı bitince, Scorsese Rolling Stones’la ilgili bir belgesel çekti. Rolling Stones’un Roma’da konseri var, özel gösterim yapacağız, sen de gel dediler. Ama çöplük yapılmak istenen Trabzon’daki dedemin köyü Çamburnu için belediye başkanına destek için mahkemede bulunmam gerekiyordu. Ama filmlerimi o ekiple Scorsese’e gönderdim. Onlar beni Scorsese’e anlatmış, o da New York’a davet etti. Filmlerimi seyretmiş çok beğenmiş, iki saat sadece film konuştuk. Duvara Karşı’dan nasıl etkilendiğini anlattı, benim için manyak bir durumdu.

DE NIRO’YU, PACINO’YU TEKLİF ETTİLER YOK UĞUR YÜCEL’LE ÇALIŞACAĞIM DEDİM

Amerikan Sinema Vakfı’na davet edildiniz. Halbuki "Amerika çok büyük, o kadar para verince herkes filmlerime karışır, kontrolümden çıkar" diye gitmek istemiyordunuz. Ne değişti?

- Beklemediğim anda Amerika kapıları açıldı. Cannes’daki başarıdan sonra ajanlar beni buldu. Benim de büyük ve değişik projelerim vardı. Olabilir mi acaba diye düşündüm. Ama stüdyolarla baştan pazarlığımı yaptım. Filmin yaratıcı kontrolü, final kesintileri bende olursa oturup konuşalım, yoksa hiç konuşmayalım dedim, kabul ettiler. Ruhumun bende kalması lazım. Arkadaşlarım "Bir gün parasız kalırsan dizi çekeceğine stüdyo filmi çekersin" dediler. Sinemayı seviyorsan, Amerika’yı zaten sevmen gerekiyor.

I love New York temalı bir kısa film teklifi de almışsınız.

- Bir kovboy filmi yapmak istiyorum. Senaryosunu yazmak, mekán bakmak için New Mexico’ya gitmiştim. O sırada teklif ettiler. Bütün dünyadan seçtikleri yönetmenlere beş dakikalık bir kısa filmle New York’u anlattırıyorlar. Bu filmlerde Hollywood’un ünlü oyuncuları da yer alıyor. Bana bir cast önerdiler ama ben Uğur Yücel’le çalışacağım dedim.

Nasıl yani, meselá Robert De Niro bu filmde oynayacak dediler ve siz "Yok ben Uğur Yücel’i istiyorum mu" dediniz?

- De Niro, Harvey Keitel ve Al Pacino’yu önerdiler. Bu zaten iki günlük bir çekim. Onlarla film yapmak için önce ajansla görüşeceksin, sonra onlarla en fazla 20 dakika, provası falan. De Niro ile çekingenlik gidene kadar zaten film de bitecek. Otuz günlük bir çekim olsa neyse. Sonuçta Amerika’ya kendi kültürümden de bir şeyler taşımak istiyorum.

POPOMU İNDİRMEYE ÇALIŞIYORUM

Bu genç yaşta bu kadar başarı. Yerçekimine nasıl karşı koyuyorsunuz? Hiç mi poponuz kalkmıyor?

- Tabii her zaman böyle bir korkum var. En büyük şansım sağlam bir ailem ve çevrem olması. Onlarla beraberken egolarımızı dışarıda bırakırız. Öyle bir ortam varsa kıçın kalkamıyor zaten. "Kıçın kalkmasın lan" diyorlar. Ondan sonra da bitiyorsun zaten, "Ulan yine kıçım kalktı" diye utanıyorsun. Ama bu çok sinsi bir şey, buna rağmen kalkabilir. Onu da fark etmek ayrı bir sanat. Ben şimdi indirmeye çalışıyorum.

O SÖZLERİ ORHAN PAMUK’U ELEŞTİRMEK İÇİN SÖYLEMEDİM

Der Spiegel’de çıkan röportajımda, "Şu ana kadar filmlerim veya düşüncelerim yüzünden yargılanmadım. Genel olarak yaptığım işler olumlu karşılandı. Orhan Pamuk’un karşılaştığı durum henüz Türkiye’de karşıma çıkmadı" dedim. Ama zamanla Türkiye’de insanların düşünceleri yüzünden yargılanmayacakları ve düşüncelerini yüksek sesle ifade edip fikirlerini paylaşmaktan çekinmeyeceklerine inancım var. Benim sözlerim asla Orhan Pamuk’u eleştirmek veya bu durumla ilgili bir yargılama yapmak değildi. Orhan Pamuk’a eserlerinden ve cesur kişiliğinden dolayı her zaman saygı duyuyorum. Bu yanlış anlaşılma beni bayağı üzdü açıkçası.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!