Güncelleme Tarihi:
Moran, kendi hayatından örneklerle yazar, anne, eş olmanın zorluklarını anlattığı kitapta zamanın artık lafını sakınmayan kadınların zamanı olduğunu söylüyor. Kitabı yazmasının asıl sebebini; 13 yaşındayken kadın olmayı anlatan bir el kitabı bulamaması olarak anlatan Moran, ‘Nasıl Kadın Olunur?’da, ergenlik döneminde kitaplara ve müziğe sığınmasından ilk aşkına, cinsiyetçilikle ilk karşılaşmasından evlenmesine, ‘doğru’ ayakkabıyı seçmenin hayati öneminden 35 yaş krizine kadar, hayatının en önemli ve mahrem anlarını bizlerle paylaşıyor. Gerçek hayatta olduğu gibi kitabın da neredeyse her bölümünde “Ben bir feministim” diye bağıran ünlü gazeteci, kadınların neden feminizm kelimesini sevmediğine, cinsiyetçiliğin nedenleri ve kürtaj gibi konulara değinerek, kadın hakları ve feminizm konusunda pek çok tartışmalı görüşe yer veriyor.
Kitaptan:
FEMİNİST OLUP OLMADIĞINI ANLAMANIN KISA YOLU
“İşte sana feminist olup olmadığını anlamanın kısa yolu.
Elini külotunun içine sok.
a) Bir vajinan var mı?
b) Onun sorumluluğunu üstlenmek istiyor musun?
Eğer her iki soruya da yanıtın ‘Evet’se, tebrikler! Sen bir feministsin.
Çünkü ‘feminizm’ sözcüğünü geri kazanmalıyız. ‘Feminizm’ sözcüğünü geri almaya gerçekten ihtiyacımız var. İstatistikler ABD’deki kadınların yalnızca yüzde 29’unun ve İngiliz kadınlarının yalnızca yüzde 42’sinin kendisini feminist olarak tanımladığını ortaya koyunca, feminizmin ne olduğunu sanıyorsunuz hanımlar, diye düşünüyorum.
‘Kadınlara özgürlük’ün hangi kısmı size uymuyor? Oy kullanma özgürlüğü mü? Evlendiğiniz adam tarafından sahiplenilmeme özgürlüğü mü? Eşit maaş mücadelesi mi? Madonna mı, Vogue mu? Kot pantolon mu? Tüm bu iyi şeyler sinirlerinize mi dokunuyor? Yoksa anket sırasında sarhoş muydunuz?”
PRENSES OLMAMA LİSTESİ
“16 yaşına geldiğimde yeni bir fikrim vardı. Prenses olmak istemiyordum. Prensesler aptaldı. Yetişkinlik yıllarımda bana en büyük rahatlığı ve özgürlüğü gizli bir prenses olduğum ya da bir gün olabileceğim düşüncesinden tamamen vazgeçmek verdi. Yola devam etmesi, çok çalışması ve işlerin hallolması için kibar olması gereken sıradan bir kadın olduğunu kabul etmek -büyük sıradanlığının yıkıcı hayal kırıklığını alt ettin mi- inanılmaz derecede özgürleştiricidir.
İşte prenses olmamak üzerine listem:
1) Şarkı söyleyemem. Bunu kendime itiraf etmek büyük bir hüzündü; bütün prensesler şarkı söyler. Oysa benim çıkardığım ses 16 tekerlekli dev kamyonların polis bariyerine gümlemeden hemen önce çıkardığı sesi andırıyor.
2) Kek ya da bal gibi, tatlı değilim. Elbette terli, semiz hayvan-hanımlarız; posttan ve beşinci tattan ibaretiz. Bir prensesin aksine tadımız meyveli pastanınkine benzemez.
3) Güçlü, paralı, eli kılıç tutan -onunla evlenirsem hayatımı değiştirecek- bir adam bana hayran olmayacak.
4) Prensesler asla çete kurmaz. Asla eşleri olmaz. Etraflarında dost yoktur.
Prensesler asla soğuk bir sonbahar akşamında bir grup prensle bir barın önüne oturup en sevdikleri Beatles şarkılarını söylemez.”
ANNELİK HAKKINDA
“Bence anneliğin sunduğu, başka bir yerde öğrenilemeyecek tek bir ders yok. Bir kadın olarak anneliğin senin için ne olduğunu keşfetmek istiyorsan o zaman bu, gerçekten de insanlık tarihinin en görkemli 100 kitabını okuyarak; yabancı bir dili, tartışmalara katılacak kadar iyi öğrenerek; dağlara tırmanarak; sonunu düşünmeden âşık olarak; gün ağrırken sessizce, yapayalnız oturarak; devrimcilerle viski içerek; el çabuklukları öğrenerek; kışın bir nehirde yüzerek yüksükotu, bezelye ve gül yetiştirerek; anneni arayarak; bir yandan yürüyüp bir yandan şarkı söyleyerek; nazik olarak ve her zaman yabancılara yardım ederek elde edemeyeceğin bir şey değildir. Şimdiye dek kimse çocuksuz bir erkeğin, varoluşunun yaşamsal yanını elden kaçırdığını; çocuksuz olduğu için zayıf ve eksik hale geldiğini iddia etmemiştir. Da Vinci, Van Gogh, Newton, Faraday, Platon, Aquinas, Beethoven, Handel, Kant, Hume, İsa. Hepsi de gayet iyi idare etmiş görünüyor.”
ŞİŞMANIM!
Yıl 1991, 16 yaşındayım; Matthew Vale ile St. Peter Katedrali’nin çimenlerine oturmuş, sigara içiyoruz.
Matt, hem kendi görüşünce hem de kimi bağımsız jüri üyelerinin görüşüne göre, Wolverhampton’daki en havalı delikanlı. Ve Matt soruyor:
“Okulda bir lakabın var mıydı?” Ve ben yanıt veriyorum: “Evet.” Ve soruyor: “Sana Şişko mu diyorlardı?”
İşte bu, dünyanın durduğunu ilk hissedişim ama elbette son değil. Bir saniye için her şey soğuk, sessiz ve parlak. Bir flaş patlaması. Birisi yaşamımızın sonunda, slayt gösterisi halinde önümüze getirmek için fotoğrafımızı çekmiş: “İşte, en kötü anlarımdan bir demet!” Ben ve Matty Vale, kadetralin çimenliğinde, Ekim 1991.
Çünkü son derece içtenlikle fark etmemiş olabileceğini düşünüyordum. Şu fazla 25 kiloyu dikkatlice yeni tişörtümle yeleğimin altına sakladığımı düşünüyordum. Hem de onunla kilolarımı fark edemeyeceği kadar hızlı konuşuyordum.(...)
(...) Ben şişmanım. Çünkü ‘şişman’ sözcüğünün ne anlama geldiğinin tam olarak farkındayım; aklınızdan geçtiğinde ya da dillendirdiğinizde, gerçekten ne anlama geldiğinin farkındayım. “Esmer” ya da “34” gibi basit, betimleyici bir sözcük değil.
Bu bir küfür. Bir silah. Toplumsal bir alt sınıf. Bu bir suçlama, bir kovma, bir yadsıma.