OluÅŸturulma Tarihi: Mart 06, 2005 00:00
Bu hayatın kendisine ait olduğunu, gönlünce yaşayıp, sadece resim yapabileceğini 60 yaşına geldiğinde fark etti. O vakte kadar hep yapmak zorunda oldukları ile yapmak istedikleri arasındaki dengeyi tutturmaya çalışmıştı. Bir evlat, bir eş, bir anne olarak sorumlulukları vardı.Eksiksiz yerine getirdi. Sessiz, kırılgan, içine kapalı ama bir o kadar da inatçı ve mücadeleci bir Çerkez kadınıydı. Tam da yaşlanmaya başlamışken, her şeyden sıyrıldı: 14 yıl boyunca boğuştuğu veremden, biraz da para gerektiği için yaptığı resim öğretmenliğinden, eşi ve çocukları için her sabah 5’te kalkıp kap kap hazırladığı dolmalardan, çorbalardan... Her istediğinde Piyer Loti Kahvesi’ne gitti, onunla özdeşleşen Eyüp manzaralarını resmetti. Naile Akıncı’nın sıradışı desenini Akademi’ye girdiği 1940’larda hocaları Bedri Rahmi Eyüboğlu, Zeki Kocamemi ve Leopold Levy hemen fark etmişti. Akıncı, Eyüp resimleriyle Türk resim sanatına daha önce var olmayan bir şey getirdi. Onun resimlerinde manzara artık konu olmaktan çıkmış, bir otoportreye dönüşmüştü. Resimlerine baktığınızda Eyüp’ü değil, Eyüp’e baktığınızda Naile Akıncı’yı görüyordunuz. Yaşı Cumhuriyet’le denk olan bu sanatçının şimdi sayısız ödülü, Türkiye’nin çeşitli müzelerinde sergilenen 37 eseri var. Aynı zamanda atölyesi olan
Fenerbahçe’deki evinde hálá resim yapıyor. Ölene kadar da çizeceğim diyor, çünkü o yaşadığı tüm zorluklarda, şanssızlıklarda şövalesine dayandı, doğruldu, ancak öyle ayağa kalkabildi.1923’te Van’da doğdu. Babası Erzurumlu Binbaşı Salih Sunay, annesi Çerkez kökenli Polat ailesinden Saniye Hanım. Naile ilk çocuktu. Babası onun çok zeki olduğunu, hayata başlamakta gecikmesinin vatan için bir kayıp olacağını düşündüğü için 5 yaşındayken ilkokula yazdırdı. Ama o kadar küçüktü ki ne kalemi kalemtıraşa sokabiliyor ne okulun içinde kaybolmadan, bir seferde sınıfını bulabiliyordu. O dönemde bir erkek kardeşi oldu. Annesi onu doğururken çok zorlanmış, doğumdan ötürü karnında portakal büyüklüğünde bir fıtık oluşmuştu. Üstüne devamlı bir tülbent sardığı karnındaki o şişlik uzun yıllar geçmek bilmedi. Naile’nin zar zor dünyaya gelen erkek kardeşi de kızamık oldu ve kurtarılamadı.Kurtuluş Savaşı’ndan sonra subay olan Salih Bey’in tayini İstanbul’a çıktı. Toplandılar. Annesi Saniye Hanım ölen oğlunun acısını yeni bir bebekle gidereceğini düşünmüş olacak ki yeniden hamile kalmıştı. O nedenle 13 gün sürecek Van-İstanbul yolculuğunda çok değer verdikleri iki Van kedisinin sorumluluğu Naile’ye verilmişti. Ama küçük kız Karadeniz’e geldiklerinde kedilerden birinin çalınmasına engel olamadı. Çok üzüldü, İstanbul’a kadar durmadan ağladı. İstanbul Kurtuluş’ta iki katlı bir ev tuttular. Annesi, Naile sene kaybetmesin diye yakınlardaki bütün okulları gezdi. Yaşı küçük diye hiçbir okul onu almıyordu. En sonunda Feriköy 17. İlkokulu hamile annesine acıyarak Naile’yi kabul etti. Okula gidiyor, yeni doğmuş kız kardeşi Ayten’le vakit geçiriyordu. O sırada bir-iki aylığına evlerinde misafir kalan amatör ressam amcasının karşısına geçer, saatlerce onu izlerdi. Resimle ilk karşılaşması buydu. Tuvale ve boyalara vurulmuştu.13 YAŞINDA ANNESİZ KARDEŞSİZ KALDI1935’te Nişantaşı Kız Ortaokulu’na başladı. Sanayi-i Nefise’nin ilk kız öğrencilerinden olan ressam İhsan Rıza Hanım resim öğretmeniydi. Naile’de sıradışı bir yetenek olduğunu tespit etmiş, onunla özel olarak ilgilenmeye başlamıştı. Eğer o sırada evde işler iyi gidiyor olsaydı, Naile için hayat sütliman olabilirdi. Ama babası Salih Bey çapkın bir adamdı, dolayısıyla annesi Saniye Hanım da üzgün bir kadın. Saniye Hanım’ın oğlunun doğumundan kalan karnındaki maraz kötülemişti. Bitkin ve yorgundu. Bir gün evdeki merdivenlerden düştü ve bir daha kalkamadı. Ev karmakarışıktı, babası o günlerde sıklıkla başının ağrıdığından yakınan küçük kızı Ayten’le pek ilgilenemedi. Naile 13 yaşındaydı, elinden bir şey gelmiyordu. Kız kardeşi iyice fenalaşınca Şişli Etfal’e kaldırdılar. Menenjit teşhisi kondu. Naile annesinin ölümünden tam 21 gün sonra küçük kız kardeşi Ayten’i de kaybetmişti. Babası yeniden evlendi. Üvey anne Şükran Hanım da bir Çerkez kadınıydı. İyiydi, Naile’yi gözetiyor, ev işlerine dokundurtmuyordu. Yine de çok uzun yıllar anne diyemedi ona. Sonraları ona anne diyecek, o da yıllar sonra ölüm döşeğinde durmadan onun adını sayıklayacaktı.BEDRİ RAHMİ’DEN NİYE AZAR İŞİTTİ?Üniversite çağına geldiğinde hayatta ne yapmak istediğini biliyordu. Ressam olacaktı. Ama bu fikri babasını çileden çıkarıyordu. Ona göre biricik kızı doktor olmalıydı. Hem akademi de neyin nesiydi? Orada çıplak adamların resmini çiziyorlardı, Erzurumlu Salih Bey’in lügatında Akademi’nin karşısında ‘Yüksek Kerhane Mektebi’ yazıyordu, oldu olacak kızını geneleve teslim etseydi. Olmaz öyle şey dedi. Naile, babasından gizli Akademi sınavlarına girdi ve kazandı. Fakat tam o sırada uzun yıllar peşini bırakmayacak verem hastalığı da ilk belirtisini göstermişti. Ağzından kan geliyordu. Doktoru kendisini fazla yormamasını öğütledi. Babasını da bu haldeyken tıp eğitimi gibi ağır bir yükün altına girmesinin doğru olmayacağı konusunda ikna etti. Böylece akademi yılları başladı. Nurullah Berk ve Bedri Rahmi Eyüboğlu hocaları, Nasip İyem, Neşet Günal ve Avni Arbaş arkadaşlarıydı. İlk yılın sonunda verem bu sefer öyle şiddetle vurdu ki doktoru prevantoryuma yatması gerektiğini söyledi. Akademi’den kaydını sildirdi ve 1939’da Validebağ Prevantoryumu’na yattı. Orada kaldığı 10 ay durmadan resim yaptı.Bir sene sonra iyileştiğinde Akademi’ye döndü. Cour de soir denilen akşam atölyelerinden eve geç döndüğünde babasından yediği birkaç tokadı saymazsak okulun kalan yılları güzel geçti. Önce Akademi’yi yeniden düzenlemesi için Fransa’dan gelen Leopold Levy’nin, sonra da Zeki Kocamemi’nin atölyesinde çalıştı. Artık bütün hocalar onun çizgisini fark ediyor, desenini birçok resim arasından seçiyorlardı. Böyle olması da iyiydi. Çünkü o resmi hocaların önüne koyuyor, utanarak ortadan kayboluyor, bir yerlere saklanıyordu. Bir gün Bedri Rahmi kendine güveni gelsin diye tahtaya çıkarmış, bu kadar da pısırık olma diye bir güzel paylamıştı. AVNİ ARBAŞ’IN YAPTIĞI PORTRE BİTMEK BİLMEDİNaile Akıncı için Akademi’de aşk başkaydı. Bir resim aşkı vardı, dokunulmaz ve yüce. Bir karşılık veremediği aşk vardı, uzak ve şefkatli. Bir de gerçek aşk vardı, hayalkırıklıklarıyla dolu. Ressam Avni Arbaş, Naile Akıncı’ya fena halde tutulmuştu. Arbaş’a göre Akademi’nin en güzel kızı Akıncı’ydı. Ona yakınlaşmak için ne yapmalıydı, bulmuştu: ‘Portreni çizmek istiyorum Naile, bana poz verir misin?’ Akıncı kabul etti. Aylar geçiyor fakat portre bitmek bilmiyordu. Arbaş, Akıncı’yla geçirebileceği vaktin bu resimle sınırlı olduğunu biliyordu. Bir gün Akıncı ‘Bunun işi bitti Avni’ dedi. Arbaş ‘Bitmedi, eğer bu resmi böyle alıp gidersen, imzamı atmam’ diye blöf yaptı. Naile resmi aldı, gitti. İmzasız. Bu olayın üstünden on yıllar geçtikten sonra Arbaş ‘Bana resmi gönder, yalnız 15 gün bende misafir olsun’ diyecek, imzalayıp geri gönderecekti. Naile’nin arkadaşı Avni Arbaş’ın duygularına karşılık verememesinin en büyük nedeni kalbini başkasına kaptırmış olmasıydı. Yine Akademi’de gazeteci Çetin Emeç’in Akademi’de okuyan dayısıyla uzun süre flört etti, nişanlandı. Üç yıl sonra Naile Akıncı babasını kaybetti. Nişanlısının ailesi zaten evliliğe sıcak bakmıyordu. Üvey annesi Şükran Hanım da ‘ressam oğlandan koca olmaz’ diyor, hiç yardımcı olmuyordu. Babasının ölümüyle sarsılan Naile bu sıkıntıyı sürdürmemeye karar verdi ve nişanı attı. Hem şu zor hayatta aşk da neydi? Geçiniz dedi. KOCASI HİÇBİR SERGİSİNE GİTMEDİPara kazanmak için ortaokul ve liselerde resim dersleri veriyordu. Musevi Lisesi’ndeyken bir arkadaşı, onu kardeşi Ferruh Akıncı ile tanıştırdı. Ferruh Bey belediyede müffettişlik yapan bir tarihçiydi. 1950’de evlendiler. Bir yıl sonra ilk çocukları Cengiz, ondan 6 yıl sonra ise Nilüfer dünyaya geldi. Bu arada Naile Akıncı, Akademi’nin resim bölümünü bitirdi. Eşi Ferruh Akıncı, resim yapmasını ilk başlarda destekledi. Fakat yıllar geçtikçe işler değişti. Ferruh Bey’e göre resim yapmak dünyanın en fuzuli işlerinden biriydi. Ne para kazandırıyordu, ne karın doyuruyordu. Keşke Naile tuvalin başında geçirdiği vakti mutfakta geçirse, fazladan iki tencere dolma yapsaydı. Ferruh Bey, karısının hiçbir sergi açılışına katılmadı.Birbirlerinden çok farklıydılar. Ferruh Akıncı çadırını alıp pikniğe gitmek, tekneyle denize açılmak istiyordu. Bütün bu gezilerde ona şen şakrak bir kadın eşlik etmeliydi. Ama karısı buna uygun yapıda değildi. Sabah 5’te uyanır, akşam yemeğini pişirir, çocukların kahvaltılarını hazırlar, 7’de öğretmenlik yaptığı okula doğru yola çıkardı. Gerçi karı-koca hiç kavga etmedi. Kırıcı laflar söylemiyor, birbirlerini aldatmıyorlardı ama Akıncıların evinde ruhlar da birbirine hiç dokunmuyordu. EYÜP ARTIK ONUN SEMTİYDİ1950’lerden itibaren kariyerinde önemli yer tutan Eyüp manzaralarını çizmeye başlamıştı. Çocukluğunun mutlu günlerinde annesi ve babasıyla sık sık Eyüp’e giderdi. Orada bir büyü olduğuna inanıyordu. Piyer Loti Kahvesi atölyesi olmuştu. Şövalesini ve boya kutusunu orada bırakıp gider, sabah tekrar gelirdi. Hocaları Akademi’deyken ‘İstanbul’un güzelliği tuzaktır’ demişti ‘Bir bakarsın resim diye kartpostal yapmışsın.’ Ama Akıncı bu tuzağa hiç düşmedi. Onun Eyüp’ünde dizginlenmiş bir coşku ile duyarlı bir akıcılık vardı. Doğa vardı,
ezan sesi yoktu. Camiler bile sadece sanatsal deÄŸerleri nedeniyle tuvaline düşmüştü. Orası artık Ebu Eyyub el-Ensari’den çok Naile Akıncı’nın semtiydi. Akıncı hemen hemen bütün uluslararası ödüllerini Eyüp resimleriyle aldı.1967’de oÄŸlu Cengiz 16 yaşına gelmiÅŸti. Aklı her ÅŸeye eriyor, annesinin sessiz sakin yapısıyla sanat piyasasında hak ettiÄŸi yerde olmadığını düşünüyordu. O günden itibaren annesinin hamisi olmaya karar verdi, bütün sergi iÅŸleriyle, resim satışlarıyla o ilgilendi. ‘Kendi hayatım için vermediÄŸim mücadeleyi annemin sanat hayatı için verdim’ diyor 30 yıllık avukat Cengiz Akıncı. 1980’de öğretmenliÄŸi bıraktı, eÅŸi Ferruh Akıncı’nın ailesinden yüklü bir miras kalmıştı, hem artık resimleri de satılıyordu. Para sıkınıtısı kalmamıştı. OÄŸlu Cengiz’in ısrarıyla eve bir yardımcı aldı. Artık mutfaÄŸa da girmiyordu. Ä°ÅŸi sadece resim yapmaktı.Â
button