Güncelleme Tarihi:
Şair ve yazar olduğu kadar aslında Türk edebiyatının en önemli ‘roman kahramanları’ arasında başı çeker Nâzım Hikmet. Büyük şairi bu kez Hıfzı Topuz’un romanı ‘Hava Kurşun Gibi Ağır’da okuyacağız. Daha önce Sabahattin Ali, Atatürk, Fikriye, Abdülmecit gibi isimleri romanlarında anlatan Topuz, bu kez bizzat tanıştığı şairi konu ediyor. Geçtiğimiz hafta raflardaki yerini alan kitabında nasıl bir Nâzım Hikmet’le karşılaşacağımızı Hıfzı Topuz’a sorduk.
* Bu kez bir Nâzım Hikmet romanıyla okurlarınızla buluşuyorsunuz. Nâzım’ın romanını yazmanızın sebebi neydi ve ne zamandan beri aklınızdaydı?
-Nâzım Hikmet’i 1961’de Paris’te tanıdım. Küba’ya gitmeden önce ve dönüşte üç beş kez bir araya geldik. Kendisinden birçok anı dinledim. Uzun zamanlar etkisinden kurtulamadım. Daha önceleri ortak dostlarımızdan, özellikle Vâlâ Nurettin Bey’den, eşi Müzehher Hanım’dan, Abidin Dino’dan, Pertev Naili Boratav’dan, Orhan Kemal’den, Faik Bercavi’den çok şeyler dinlemiştim. Nâzım’ı görmeden önce onu tanımış gibiydim. Kendisine büyük hayranlığım vardı. Ama onun hakkında kitap yazmayı düşünmüyordum. Bu konularda yüzden fazla kitap yayınlanmıştı, benim bunlara ekleyecek nem olabilir diyordum.
* Kararınızı değiştiren ne oldu?
-Geçen yıl Nâzım Hikmet Vakfı’nın girişimiyle, otuz kişilik bir gruba katılarak sevgili Mehmet Aksoy’un yaptığı bir Nâzım heykelini Küba’ya taşıdık. Orada dostlarım her fırsatta mikrofonu uzatarak beni konuşturdular, Nâzım ile Fidel’in karşılaşmasını anlatmamı istediler. Bunları Nâzım’dan dinlemiştim, anlattım. O gezide ve dönüşte birçok kişi bana “Niye Nâzım’ı yazmıyorsun? Onu tanıyan kaç kişi kaldı” diye sormaya başladı. Sonunda dostlarımı kıramayarak kaleme sarıldım. Nâzım’ı değişik açılardan ele aldım. Bu kitap ortaya çıktı. Tam olarak en başından beri aklımda değildiyse bile, kaç yıllık bir çalışmanın ürünü olduğunu şöyle özetleyebilirim; geniş anlamda bu kitap elli yılda kafamda oluştu.
40 YILLIK DOST GİBİYDİK
* Nâzım’la ilk buluşmanız sırasında neler hissettiniz? Nasıl bir etki yaratmıştı sizde?
-Nâzım’la ilk buluşmamızda sevgiyle kucaklaştık, kırk yıllık dost gibi konuştuk. Nâzım gayet sıcak bir insandı. Bütün sözleri çok içtendi. Gizlisi saklısı olmayan açık ve dürüst bir kişiliği vardı. Hemen senli benli olduk. Karşısındakine huzur veriyordu. Kendini asla sansür etmiyor, duygu ve düşüncelerini süzgeçten geçirmeden açıklıyordu. Herkese sıcak davranıyor ve insanları kendisine bağlıyordu.
* Şimdiye kadar pek çok Nâzım Hikmet çıktı karşımıza; âşık, komünist, şair, romantik... Sizin kitabınızda nasıl bir Nâzım’la karşılaşacağız?
-Evet, o bütün bu saydıklarımızı barındıran bir kişiliğe ve hayata sahipti. Ben biraz daha, insanlarla ilişkilerindeki halini yansıtmaya, dostluklarını; ama bir dostunun kendisiyle olan ilişkisi üzerinden değil bütün dostlarıyla nasıl bir ilişkisi olduğunu gösterdiğimi sanıyorum. Ben Nâzım’ın ideolojisi, TKP içindeki sorunları ve kavgaları üzerinde pek durmadım. Bunlar çok yazıldı. Ben onun çektiği acıları, yaşadığı mutlulukları, aile ilişkilerini, insan sevgisini, vatanına ve halkına olan bağlılığını, Atatürk’e olan saygısını, barışa ve toplumlar arasındaki dostluğa inancını, geleceğe olan güvenini belirtmeye çalıştım. Nâzım’ın bu yanlarını öğrenenlerin ona daha sıcak bir sevgi besleyeceklerine inandım.
UYKU İLACIYLA İNTİHARA KALKIŞTI
* Hakkında onca kitap yazılmış olmasına rağmen, kitabınızda şimdiye kadar pek üzerinde durulmamış konular da karşımıza çıkıyor.
-Gerçekten öyle. Birkaç olay var ki onlara el atıp vurgulamanın kitaba özel bir renk kattığı kanısındayım. En önemlisi belki de Nâzım’ın Sovyetler Birliği’nde yaşadığı bazı sorunlar. Nâzım inanmış bir komünistti, kendini edebiyat alanında savaşıma adamıştı. Hiçbir zaman parti liderliğine yönelmedi. Güncel politikaya da karışmadı. Ama ideolojisi yüzünden başına türlü belalar geldi. Örneğin Sovyetler Birliği’nde diktatörlükleri yeren bir oyun yazdı: İvan İvanoviç. Bu, Stalin rejimine karşı bir yergiydi. Ama birçok ülkede geçerli olabilecek bir yergi. Oyun bir gecede sahneden kaldırıldı. Nâzım buna çok üzüldü. Doktoru Galina’nın anlattığına göre uyku ilaçlarıyla intihara girişti, bereket Galina’nın yardımıyla kurtuldu. Bu olay bizde pek bilinmez. İkinci olay; Nâzım Paris’te bulunduğu bir dönemde Fransız Komünist Partisi’ne ağır eleştiriler yöneltti. Bu olay pek duyulmadı. Kitapta bunlara da yer verdim.
Üçüncüsü; Nâzım Stalin döneminde yasaklanan Zoşçenko’yu, rejime boş vererek, bir akşam bir oyununun galasına götürdü ve dikta yanlılarına meydan okudu. Bunu yapmak cesaret işiydi ve bu da pek bilinmez. Dördüncüsü de 1961’de İsvestiya gazetesi bir zamanlar yasaklanan Yesenin hakkında Nâzım’dan bir yazı istemişti. Nâzım yazının sonuna, yine bir zamanlar yasaklanmış olan Meyerhold için de bir yazı yazmayı ümit ettiğini ekledi. Yazının bir kopyasını da Paris’te Humanité gazetesine yolladı. Onlar yazıyı olduğu gibi bastılar. İsvestiya ise yazıyı sansür etmiş ve Meyerhold bölümünü çıkarmıştı. Humanité’de çıkan yazı Moskova’ya ulaşınca Kruşçev’in damadı Acubey hırsından deliye döndü. Hemen telefona sarılarak Nâzım’a “Siz bu ülkede bir yabancı olduğunuzu unutmayın. Yarın yolda bir kazaya kurban gidebilirsiniz,” dedi.
Nâzım’ın Acubey’e yanıtı ise şu oldu: “Ben ölürsem adım ve eserlerim kalır. Siz ölürseniz sizden ne kalır acaba?” O dönem bunları söyleyebilmek için yürek isterdi. Nâzım bu yürekliliği gösterdi. Özgürlüğünden asla ödün vermedi. Kitabımda bunları da anlatmaya çalıştım.
ATATÜRK’E MEKTUBU
Nâzım’ın son umudu temyizdeydi. Ya temyizden onay çıkarsa. Nâzım tüm yaşamını hapiste geçirecek demekti. Yakınları Şükrü Kaya’ya başvurup yardım istediler. O da Nâzım’ın Atatürk’e bir mektup yazmasını önerdi. Nâzım merhamet değil, adalet isteyecekti. Atatürk’e inanıyordu. Ama hava kurşun gibi ağırdı. Temyiz kararını beklediği günlerde Atatürk’e şu mektubu yazdı:
“Cumhurreisi Atatürk’ün yüce katına,
Türk ordusunu isyana teşvik ettiğim iddiası ile 15 yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını isyana teşvik etmekle töhmet altındayım.
Türk inkılâbına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilecek bir kafam ve yurdunu seven bir yüreğim var. Senin eserine ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim.
Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum.
Türk inkılâbına ve senin başına ant içerim ki suçsuzum.”
Mektubun garip bir hikâyesi oldu. Mahkemedeki savcılardan Haluk Şehsuvaroğlu Nâzım’ın şiirlerini çok beğenen genç bir subaydı. Nâzım’la aralarında sıcak bir ilişki kurulmuştu. Nâzım bu mektubu Şehsuvaroğlu’na teslim etti. Şehsuvaroğlu mektubun bir kopyasını kendine alıkoydu. Aslını da Beşiktaş’tan taahhütlü olarak Çankaya’ya gönderdi.
Yıl 1938 Ağustos ayıydı ve Atatürk ağır hastaydı. Çankaya’daki görevliler mektubu ona iletmekten çekindiler ve Şükrü Kaya’ya verdiler. Mektubu öneren oydu. Ama Atatürk’e verilmesini sakıncalı buldu ve mektup hedefine ulaşamadı.
GALİNA NÂZIM’I 5 KEZ ÖLÜMDEN KURTARDI
Nâzım Galina’yla birlikte olduğu yedi yıllık dönemde beş kez ölümden kurtuldu.
Birincisinde Ekber Babayev’le kır evinde sohbet ediyorlardı. Nâzım birden fenalaştı, bir kalp krizi geçiriyordu, yıkıldı kaldı. Bir ambulans çağırdılar. Galina hemen kolları sıvayıp onu kurtarmak için bütün bildiklerini uyguladı. Babayev Nâzım’dan ümidi kesmişti. Ama Galina’nın canla başla uğraşması sonucu Nâzım ambulans gelmeden önce yaşama döndü. Bunu Galina’ya borçluydu. Gelen doktorlar Galina’yı içtenlikle kutladılar.
İkinci olay, mantardan zehirlenmeydi. Doktorlar ondan umudu kesmişlerdi. Galina sevgilisini kurtarmak için tam üç ay uğraştı. O dönemde Sovyetler Birliği’nde mantar zehirlenmesine karşı ilaç yoktu. Galina, Sovyetler Birliği Barış Komitesi’nin yardımını istedi. Onlar da ünlü Fransız bilim adamı ve Nâzım’ın dostu Fréderic Joliot-Curie’ye telgraf çekerek durumu bildirdiler. Joliot-Curie gerekli ilaçları buldu, Aragon’un aracılığıyla ilaçlar Moskova’ya yollandı ve Nâzım kurtuldu.
Üçüncü olay da Bakü’de oldu. Nâzım, Ekber Babayev ve Galina’yla birlikte Azerbaycan’a gitmişti. Ünlü yazar Resul Rıza bir akşam onları yemeğe davet etti. Sofrada Azerbaycan şarapları, mezeler ve Türk yemekleri vardı. Nâzım bayıldı bu yemeklere ve galiba ölçüyü kaçırdı, günün yorgunluğu da buna eklenince fazla dayanamadı, “Kalkalım artık, ben tükendim,” diyerek sofradan kalktı. Otele döndüler. Nâzım’ın yüzü bembeyaz olmuştu. Yüzünde ter taneleri belirdi, kusmaya başladı. Galina onun nabzını bakmak istedi, bulamadı. Kalbi durmuş gibiydi. Galina o akşam ne yaptıysa yaptı, Nâzım’ı ölümden kurtardı.
Dördüncü olay da Varşova’da oldu. Nâzım yine sofrada ölçüyü kaçırmıştı. Ama içkiden değil, yemeklerden. Nâzım’ın karnında bir şişkinlik, bir sancı; bunlar kalbi sıkıştırıyordu. Nâzım az daha gidiyordu. Yine Galina onu yarı yoldan geri çevirdi.
Ölüm yolculuklarının beşincisi de İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? adlı komedinin yasaklanması yüzünden oldu. Galina bir pazar günü eve döndüğünde bir de ne görsün, Nâzım yatağa uzanmış bir kalıp, yatıyor. Komodinin üzerinde de yaklaşık elli tane Nembutal tableti duruyor. Nâzım kimbilir bunların kaçını yutmuş, ölümü bekliyordu. Bu bir intihar girişimiydi. Çünkü Nâzım çok özenerek yazdığı bu oyunda Sovyetlerde kişiye tapma eylemini eleştirmiş ve oyun yasaklanmıştı.
Galina, Nâzım’ı bu halde görünce çılgına döndü. Midesini yıkatarak onu bir kez daha hayata döndürdü. Nâzım 1957 Nisanı’nda Bükreş’ten Galina’ya yolladığı bir mektupta şunları yazıyordu: Galina, beni en aşağı dört kere ölümden kurtardın. İyi mi ettin, fena mı? Galiba her şeye rağmen yaşadığıma memnunum.
Bu dünyada bunun üstüne de memnunluk yok galiba, sağ ol kızım.