Oluşturulma Tarihi: Nisan 06, 2006 00:00
Ayça Şen, İstanbul Life dergisinin yeni sayısı için Okan Bayülgen’le buluştu. Başarılı televizyoncuyla enine boyuna, sosyofobiden egoya uzanan bir röportaj yaptı. İstanbul eğlence kültürünün acınası durumda olduğunu söyleyen Bayülgen, "Gittiğim her yerde kapıdan girerken ’müziği kısarsanız girerim’ gibi pazarlıklar yapmaya başladım" diyor.
Sevmeyeni bol ama başarılı olmadığını düşünenine henüz rastlamadım. Dersini çalışıyor bir kere. Batıya olan saygısı aslanlar gibi, yeniliğe olan sağlam inancı, onu senelerdir televizyonda neredeyse alternatifsiz yaptı. Yani yeni bir proje yapılacaksa "Okan Bayülgen gibi" vs tabirler kullanıldı. Her sene "artık eskidi, eskisin" denirken o bir yenilik getirdi. Bir sene sevenler öbür sene nefret etti, nefret edenler tur atlayıp sevmeye başladı ve bu 10 seneden fazla zamandır kendi içinde patalojik bir hál alarak devam edegeldi.
İlk olarak bu kadar tanınıyor olmaktan sıkılıp sıkılmadığını sordum; ne de olsa o da ayrı bir taraftan insanları gözlemlemeyi seven ve bunu işinde kullanmak zorunda...
- Zaman içinde sosyofobi geliştirdin mi?
Bazı işlerin şöhret gibi vergileri vardır. İki anlamda vergi. Sana verilen ve ödediğin. İnsanlarla ilgili bir korkum yok. Ama eğer bir yerde kalabalık varsa, birileri birikmişse, oraya herhangi bir nedenden biriken insanların beni fark etmelerinden endişe ettiğim oluyor.
- Dışarılara çıkıyor musun peki, ne yapıyorsun?
Öyle sıra beklenen gece kulüplerine gitmiyorum. En son Lucca’dan da istifa ettim. Oraya da gitmiyorum.
Yemek için İstanbul çok zengin bir yer. Yemek kültürü zengin ama eğlence kültürü çok çok zayıf. En sıradan kafede bile bangır bangır müzik çalıyorlar. Bu da çok rahatsız edici oturan için. Eş, dost, arkadaş beraber bulunmamızın nedeni aslında birbirimizi eğlendirmekken, aciz zavallılar gibi sadece çalan müziğin bizi eğlendirmesini istemek saçma. Ne korkunç bir yalnızlık çekiliyor ki insanlar topluca harekete geçip o müziği kıstıramıyorlar. Ben gittiğim her yerde kapıdan girerken "müziği kısarsanız girerim" gibi pazarlıklar yapmaya başladım.
- Egonun sürekli okşanması çok tehlikeli, ilerisi için nasıl bir önlem alıyorsun?
Benim egom o kadar okşanmıyor. O zaman sürekli egonu okşayan adamlarla dolaşmak lazım olur. Öyle arkadaşlarım var. Sürekli yanında birkaç adam var mesela, sabah kalktığı andan itibaren "müthişsin" diyorlar. Halbuki bir şey olmadı. Adam uyandı ve çişini yapacak. Apartmanda kimse suratıma bakmaz, kapıcım bana selam vermez.
- Sürekli kendin hakkında konuşmayı mı seversin?
Yapamam, o zaman terbiyesizce bir durum oluyor.
- Özellikle kendini sevdirmek istediğin çevre hangisi?
Ekşi Sözlük’ü seviyorum, çünkü netin doğru kullanılmış durumlarından biridir. Ekşi Sözlük’te en çok sayfası olan adamım ben. Ama kendimi sevdirmeye çalışmıyorum. O platformda tartışılıyorsa bu konu, eyvallah. Benimle ilgili kitle, üniversite öğrencileridir. Lise öğrencileri ve üniversite sonrası kariyer yapanlarla da aram çok iyi. Ama bu genç adamlar reyting verenlerim değil.
Ortadoğu Üniversitesi’nde mimarlık amfisinden geçiyorum sağlık kontrolünden geçer gibi her sene, çünkü çok serttir orada okuyanlar. Ben de amfiden geçerken birkaç tane adamın bana "s..tir ulan" falan demesi üzerine İstanbul’a döndüm. O zaman başka bir yapım ekibim vardı. "Bu çocuklarla bağlarım kopuyor galiba" dedim. Eğer genç adamlar arasında şöhretim varsa onun haklı bir şöhret olmasını istiyorum. Birkaç adam bana "s..tir" dediyse, sonradan yanıma gelen birkaç kızın fotoğraf çektirmek istemesi beni ilgilendirmez, o adamların da bana "s..tir" dememesi gerekiyor.
Bazen televizyoncular şu hataya düşüyor; boşver herkesin ne konuştuğunu, reytingimiz iyiydi. Tamam reytingin iyiydi ama özellikle bizim yaptığımız işte reytingin çağırdığın konuklarla yükselebilir. Asıl önemli olan kendime bir reyting alabiliyor muyum? Televizyon Makinası’nı getirdiğim yer bu. Konuk kim olursa olsun, kendime reyting alıyorum.
- Yenilik yaparak seyrettiriyorsun sürekli. Bu yeniliği yapmaya üşenmiyor musun hiç?
Televizyon Makinası, Zaga’nın yapmadığı bir şeyi yaptı. Bir riske girdik, o da şudur: Yayının kanepe ve masa düzeninde geçmesi, dekoltesi olan kızın bacaklarını göstermesi gerekiyordu. Ama dedim ki "8 senedir bunu yapıyorum, artık sıkıldım." Şimdi ortalama 15-16 konuk alıyoruz. Herkesi memnun edemiyorsun, bazıları fazla konuşmuş oluyor, bazıları az konuşmuş oluyor, fakat saçma sapan konuk kombinasyonları kurulabiliyor. Yani bizim öyle çok mutlu programlarımız oldu. İyice dinlenmiş programlar olarak söylüyorum. Hatemiler, Yıldo, Yıldız Tilbe gibi isimler bir araya gelebiliyor. Gönül istiyor ki ben artık daha az konuşayım, çünkü onlar birbirleriyle söyleşmedikçe arayı kapatmak için ben konuşmaya başlıyorum. Ulaşmak istediğim yer daha az konuşmak ve insanları daha fazla konuşturabileceğim bir program hazırlamak.
Televizyon makinası
bir yıl daha gidecek- Sıkılmadın mı başarıdan? Neler yapacaksın daha?
NTV’den tam olarak kopmadım, orada da yapmak istediklerim var. Televizyon Makinası’nı bir sene daha yapacağım ve iki sene ara vereceğim. Bu arada da fotoğraf çekip prodüktörlük yapacağım. Şu işleri çok ağırlıkla yapıyorum: Fotoğraf çekmek, kendi programım, diğer başlayacağım programların prodüktörlüğü, seslendirme, tiyatro... Orta Oyuncular’da oynuyorum haftanın 3 günü ’Kiralık Oyun’da.
Şimdi güldüklerimize 10 yıl sonra gülmeyeceğiz- Türkiye’deki televizyonculuğu kıro buluyor musun?
Türkiye bugün kime gülüp eğleniyorsa, bundan 10 sene sonra bu adamlara gülüp, onlarla eğlenmeyecek. Yabancı televizyonlarda program yapanlar, kendi jenerasyonlarıyla yaşlanırlar. Ülkemizde şöyle bir problem var: Biz 50 yaşımıza geldiğimizde, 50 yaşındaki adamlara hitap eden biri olamıyoruz, çünkü Türkiye’de çok genç, dinamik bir gençlik var ve bu seyircinin karşısında her an 16 yaşında bir adamla konuşur gibi konuşmak zorunda hissediyorsun kendini. Çok mühim şarkıcılar var, albümler yapıyorlar ama ben bu adamların hiçbiriyle büyüyemedim, çünkü bu adamlarda hiçbir değişiklik olmuyor, çünkü adam yaşlanıyor ve hálá 16 yaşa hitap etmeye çalışıyor. Dolayısıyla benim onunla paylaşacak bir şeyim kalmıyor.