Güncelleme Tarihi:
Filmlerin büyük çoğunluğu bir çıkmazın içine giren insanların hikayesini anlatıyor. Geçen aylarda bu sayfada festivalde gösterilecek olan filmlerden ‘Affedilmeyenler’ (Impardonnables), ‘Bakan’ (L’Exercice de l’Etat), ‘Ömer Beni Öldürmek’ (Omar, M’a Tuer), ‘Polis’ (Polisse) ve ‘Sevgililer’le (Les Bien-aimes) ilgili yazılar okumuştunuz. Özellikle ‘Sevgililer’ filmindeki performansıyla oyunculuğunu kanıtlayan Chiara Mastroianni’yle seyircileri ağlatan annesi Catherine Deneuve’den bahsetmiştim... Bu hafta ise sizlere festivalde ilginizi çekebileceğini düşündüğüm diğer filmlerden birkaçını tanıtmak istiyorum.
Albert Nobbs
İKİ ÖNEMLİ OYUNCU AYNI FİLMDE
Glenn Close 1982 yılında tiyatro sahnesinde canlandırdığı ‘Albert Nobbs’ karakterini beyazperdeye taşımak için yıllarca bekledi. İrlandalı yazar George Moore’un bir öyküsünden uyarlanan filmin senaryosunu Close edebiyat dünyasının büyük yazarlarından John Banville’le birlikte yazmış. Filmin yönetmeni ise Gabriel Garcia Marquez’in oğlu olan Rodrigo Garcia. Film, 19. yüzyılda büyük işsizliğin yaşandığı İrlanda’da çalışabilmek için erkek kılığına giren ve 30 yıl boyunca bu kılıkla bütünleşen ‘Albert Nobbs’un hikayesini anlatıyor. Filmin en dokunaklı sahnelerinden birinde kendisine defalarca ismi sorulan ‘Albert Nobbs’un verdiği cevaplar var... Bu filmdeki rolüyle Glenn Close gibi Oscar ödülüne aday gösterilen Janet McTeer, Londra ve New York tiyatro sahnelerinin aranan oyuncularından biri. Dolayısıyla iki önemli oyuncuyu aynı filmde izleyebilmek sinemaseverler için güzel bir fırsat... Özgürlükler açısından önemli bir film olan ‘Albert Nobbs’da sahilde, bir plajda çekilen sahneyle, bir park bankında önemli bir teklifin yapıldığı sahneler Glenn Close’un oyunculuğunu konuşturduğu sahneler. Close, ‘Albert Nobbs’ rolü için Charlie Chaplin’i çalıştığını söylüyor...
Alacakaranlığın Portresi (Portret V Sumer Kakh)
RAHATSIZ OLABİLİRSİNİZ
Angelina Nikonova’nın 20 bin dolarlık bütçeyle çektiği film Kasım ayında Rusya’da gösterime girdiği zaman büyük tartışmalara sebep olmuştu. Putin’in Rusyasında geçen ‘Alacakaranlığın Portresi’ bir hayat kadınına tecavüz eden üç Rus polisinin görüntüleriyle başlıyor. Filmin ilerleyen sahnelerinde bir dizi şanssızlıklar ve insanların vurdumduymazlıkları yüzünden aynı şiddet olayına başka bir kadın daha maruz kalıyor. Bu açıklanamayan şiddet olayı, aile içi taciz konusunda uzman bir sosyal hizmet görevlisi olan psikolog Marina’nın başına geliyor. Barbarlık ve çürümenin yaşandığı ve artık sevgiye, şefkate yer olmayan Rusya’nın bu karanlık portresinde başrolü başarıyla oynayan Olga Dihovichnaya senaryoyu filmin yönetmeniyle birlikte yazmış. İnsan korku ve kayıtsızlığa karşı nasıl davranmalı, intikam alarak mı yoksa oyunun kurallarını değiştirerek mi... Yönetmenin doğal ışık kullanarak çektiği film, seyircileri sinemada ışıkların bir an önce yanmasını istetecek kadar rahatsız ediyor... Belki de Nikonova ve Dihovichnaya’nın vermek istedikleri mesaj ‘eğer yaşadığımız dünya sizi rahatsız ediyorsa, rahatsız olun’ mesajıdır...
Daha İyi Bir Hayat (Une Vie Meilleure)
AYAKTA KALMA SAVAŞI
Cedric Kahn’ın 2012 filmi ‘Daha İyi Bir Hayat’ta Guillaume Canet’nin canlandırdığı genç şef Yann, sevgilisi Nadia’yla (Leila Bekhti) bir lokanta açmayı hayal ediyor. Bu proje varlıklı olmayan genç çiftin başına hayal edemeyecekleri kadar çok dert açıyor. Filmde iki genç insanın ayakta kalabilmeleri için dürüst ve doğru olmalarının yetmeyeceğini izliyoruz. Yann klasik bir kahraman değil. Doğruyu yapmaya çalışsa da sevgilisine el kaldıran Yann, çalışmak için Kanada’ya giden Nadia’nın oğluna ise örnek bir baba oluyor. ‘Daha İyi Bir Hayat’ prensiplerinden ödün vermeyen dürüst halk insanının bugünün dünyasında ne kadar zor şartlar altında yaşadığını anlatıyor. Yann, Slimane’la Nadia’yı ziyaret etmek için Kanada’ya gittiği zaman, Nadia’nın bulunduğu mekanda gerçekleştirilen görüşme, duygusal seyircilerin mendillerine uzanmalarına sebep oluyor... ‘Daha İyi Bir Hayat’ filminde Guillaume Canet, hayatının en zor, en iddialı rolünün altından başarıyla kalkıyor. Cedric Kahn ise üstadı Maurice Pialat’nın izinde emin adımlarla ilerlediğini kanıtlıyor...
Kadınlar (Elles)
BINOCHE’UN DEVLEŞTİĞİ AN
1973 doğumlu genç Polonyalı yönetmen Malgoska Szumowska’nin ‘Elles’ filminde Juliette Binoche başrolde oynuyor. Paris’te konforlu bir evde yaşayan, evli, iki çocuk sahibi Anne, bir kadın dergisi için öğrenci fahişeliği üzerine bir yazı yazmaya karar veriyor. Anne zor, üzücü bir dünyanın kapılarını aralayacağını düşünürken okula gitmek ve para kazanmak için bu yolu tercih eden iki genç kadınla tanışıyor. Anne araştırma sürecinde bu genç kadınlar için üzülmek yerine kendi hayatını sorgulamaya başlıyor. Parmağını kesen, elini yakan, buzdolabının kapısını bir türlü kapatamayan Anne, erkeklerin çifte hayatlarını da (bilgisayarında porno görüntülerini yakaladığı kocası, para karşılığı genç öğrencilerle ilişkiye giren evli adamlar, vs...), kendi arzudan uzak, tekdüze hayatını da yadırgamaya başlıyor. Fransız sinemasının yükselen oyuncularından Anais Demoustier’nin öğrencilerden birini canlandırdığı ‘Kadınlar’ı görmek için asıl sebep Juliette Binoche. Uzun bir orgazm sahnesinde (sadece yüzünü) izlediğimiz tecrübeli oyuncu kendi imajını bir anlamda yıktığı filmde bir kez daha devleşiyor.
Oslo, 31 Ağustos (Oslo, 31. August)
YAŞAMAYA DEĞER Mİ
İlk görüntüler... Oslo, Norveç. Terkedilmiş sokaklar. Farklı insanlar, farklı sesler şehirle ilgili anılarını paylaşıyorlar. Altın Lale ödülü sahibi Joachim Trier’in ikinci filmi için seçtiği kahraman Anders keskin bakışlara sahip, çekingen biri. 34 yaşındaki Anders bir klinikte uyuşturucu bağımlılığından kurtulmaya çalışıyor. 10 aydır içki ya da uyuşturucu kullanmamış olan Anders, 24 saatliğine klinikten çıkıyor ve bu süreç içinde hem bir iş görüşmesine gidiyor hem de arkadaşlarıyla görüşüyor. Hikaye size yabancı gelmediyse o zaman ya Pierre Drieu La Rochelle’in 1931 yılı romanı ‘Feu Follet’yi okumuş ya da Louis Malle’in aynı isimli 1963 yılı filmini izlemiş olabilirsiniz... Louis Malle’den yaklaşık yarım asır sonra Drieu La Rochelle’in filmini beyazperdeye uyarlayan Joachim Trier kahramanının bir eroin bağımlısı olduğunu ama filmin bir uyuşturucu bağımlılık filminden çok varoluşçu bir film olduğunu söylüyor...
Genç bir adamın hayatının en önemli 24 saatine tanık olduğumuz ‘Oslo, 31 Ağustos’ta yazın son ışıklarında Anders bu hayatın yaşamaya değer olup olmadığını tartıyor. 34 yaşında olduğunu ve hayatta hiçbir şeye sahip olmadığını söyleyen Anders’e cevap artık evli, iki çocuk babası olan arkadaşı Thomas’dan geliyor. Thomas, artık karısıyla aşk hayatının bittiğini ve cinsellik yerine zamanını video oyunları oynayarak geçirdiğini söylüyor. Hayat yaşamaya
değer mi?
Anders’i canlandıran Anders Danielsen Lie’ye soracak olursanız büyük bir ihtimalle hayatın yaşamaya değer olduğu cevabını alırsınız. Bir rönesans adamı olan Lie, Pasolini’nin ‘Medee’sini gördükten sonra Yunanca ögrenmiş, bir kitap yazmış ve 2011’de ‘This is Autism’ adlı şarkılarını kendi yazıp söylediği bir pop albümü yapmış... Bir daha film yapmak istemediğini söyleyen Lie bugün Oslo’da doktorluk mesleğini icra ediyor...
Joachim Trier’in ‘Oslo, 31 Ağustos’ filmini seyrettiğiniz zaman bu hayatı neden yaşadığınızı, hayatın yaşamaya değer olup olmadığını sorgulayabilir, bazı insanların neden öldüklerini anlayabilirsiniz. Sonun ipuçlarını yönetmen filmin neredeyse her karesine serpiştirmiş. Gençliğin bitimi ve yetişkin bir hayatın başlangıcında intiharla yaşam arasında gidip gelen Norveçli bir adamın hikayesini anlatan ‘Oslo, 31 Ağustos’ kolay kolay unutulan filmlerden biri değil...
Sadakatsizler (Les Infideles)
BİR BUÇUK MİLYON KİŞİ İZLEDİ
Roberto Benigni’den sonra Jean Dujardin de bu yıl Hollywood’un Avrupalı komedyenleri ne kadar sevdiğinin bir göstergesi olan En İyi Aktör Oscar’ını kazandı. Dujardin’in ‘The Artist’ filminden sonraki ilk filmi aslında baştan sona bir Jean Dujardin filmi. Dino Risi’nin filmlerini anımsatan ‘Les Infideles’in öyküsü de, senaryosu Dujardin’le filmin diğer başrol oyuncusu Gilles Lellouche’a ait. İkilinin yönetmen (Michael Hazanavicius, Eric Lartigau, Emmanuelle Bercot) ve oyuncu arkadaşlarından (Guillaume Canet, Manu Payet ve Dujardin’in eşi Alexandra Lamy) aldıkları destekle yaptıkları ve kısa filmlerden oluşan bu çalışmada zaman zaman berbat, kadın düşmanı karakterlere ve görüşlere de yer verilmiş. ‘Sadakatsizler’i iki hafta önce gösterime girdiği Fransa’da 1.5 milyon seyirci izledi. Filmi 1.5 milyon izleyicinin kucakladığını söylemek ise mümkün değil...
Öfkeliler (Indignados)
GÖÇMEN SORUNLARI
Tony Gatlif’in yeni filmi Stephane Hessel’in ‘Öfkelenin’ (Indignez-Vous) kitabından esinlenerek yapılmış. Filmin ilk görüntülerinde denizin taşıdığı tek ayakkabılar var. Ardından daha iyi bir hayat için Afrika’dan Avrupa’ya kaçan Betty’i (Mamebetty Honore Diallo) görüyoruz. Terkedilmiş bir demiryoluna serilmiş onlarca, belki yüzlerce yer yatağı ise Avrupa’nın misafirlerini ne denli sevdiğinin bir kanıtı olabilir mi? Bugün Avrupa’da hangi ülkede seçim yapılacak olursa o ülkede göçmenleri geri göndermek için söz veren politikacıların mevcudiyeti ise Tony Gatlif’in bu filmdeki seçimlerini doğrular nitelikte... Avrupa’daki ekonomik krizi de anlatan ‘Öfkeliler’de sisteme karşı çıkan Afrikalıların da, Avrupalıların da öfkesine şahit oluyoruz. Filmde müzik ve mitingler diyalogların yerini tutuyor. Tony Gatlif günümüzde yaşanan acil durum karşısında hiç beklemeden kamerasını aldığını ve tek başına, kendi imkanları dahilinde bu dokümanteri yaptığını söylüyor...
Yargısız (Presume Coupable)
GERÇEK BİR HİKÂYE
2001 yılı. Arabaların seslerine uyandığınız zaman hava henüz ağarmamış. Başucunuzdaki saate bakıyorsunuz, sabahın altı buçuğu. Kapı çalınıyor ve açmanızla birlikte bir sürü adam evinize giriyor. Polis olduklarını söylüyorlar. Çocuklarınızı uyandırıyorlar. Bir yandan çocuklarınız korkup annelerine sesleniyor. Polis suçlu olduğunuzu söylüyor. Ellerinde hiçbir kanıt olmamasına rağmen sizi 15 yaşından küçük çocuklara tecavüzle suçluyorlar. Mahkeme. Hapis. 20 ay boyunca sesiniz çıkamıyor. Eşiniz kendine bir sevgili buluyor. Üç çocuğunuz tanımadıkları evlere yerleştiriliyorlar. Aileniz dağılıyor. Belki de size en ağır gelen şey kendi kanınız, kendi canınızın artık size inanmaması. Kendi çocuklarınızın sizi yargılayıp, sizden uzaklaşmasından daha ağır ne ceza olabilir hayatta? II. Dünya Savaşı’nın sonundan bugüne Fransa’da yaşanmış en büyük hukuk skandalı olarak adlandırılan bu süreç Alain Marecaux’nun başına gelmiş. Vincent Garenq’in filmi Marecaux’nun kitabına sadık kalınarak yapılmış. Yönetmen filminde duygu sömürüsü yapmıyor. Beyazperdede gerçek hayatta yaşananların ne fazlası, ne azı var. Duygularınızla oynamak için yönetmen müzik de kullanmıyor. Avrupa’nın en iyi oyuncularından biri olan Philippe Torreton suçlanan Alain Marecaux’yu oynamak için 27 kilo kaybetmiş. Torreton’un yarattığı karakter ve Torreton’un bakışları film bittikten sonra izleyicilerin peşini kolay kolay bırakmıyor. ‘Yargısız’ bir adaletsizliğin filmi...