Osmanlı hakimiyeti altında bulunan Kosova ve İşkodra, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında ilginç kışkırtmalara sahne olmuştu. Olay çıkartmak isteyenler, bir defasında bir camide gece gizlice domuz kesip duvarları domuz kanıyla kirletmiş ve başı ile gövdesini birbirinden ayırdıkları domuzun leşini de camide bırakmışlardı. Sabah namazını kılmak için gelen cemaat bu manzara karşısında çılgına dönmüş ve ortalık bir anda birbirine girmişti.
Bölgedeki nüfuzlarını arttırmak isteyen Avrupa devletleri, topraklarını genişletmek isteyen küçük Balkan devletçiklerini 19. asırda devamlı tahrik etmişler ve Balkanlar yüzyılın özellikle son çeyreğinde sürekli sürtüşmelere sahne olmuştu. Sürtüşmeler Müslüman-Hristiyan çekişmesi şeklinde cereyan ediyor ve daha çok dağlık yörelerde yaşayan bölge insanı sert karakterli olduğu için, çatışmalar da çok sert geçiyordu.
Son dönem Osmanlı tarihçilerinden
Prof. Dr. Vahdettin Engin’in Osmanlı Arşivleri’nde bulduğu bir belgeye göre, 1900 yılınun Temmuz ayında, İşkodra’nın dağlık bir bölgesi olan Reyol’de bir gece gizlice camiye giren Hristiyanlar içeride bir domuz kesmiş, hayvanın kanıyla duvarlara ve mihraba haç çizmişlerdi. Sabah namazı için camiye gelen cemaat vaziyeti görünce İskodra Valisi’ni durumdan haberdar etmiş ama vali işi fazla önemsememişti.
Müslümanlar, bunun üzerine saldırganların 15 gün içerisinde yakalanmamaları halinde şehirdeki bütün Hristiyanları katledeceklerine dair yemin ettiler. Reyol’ün ileri gelenlerinden
Hacı Ramazan, Murtaza, Hasan Bektaş ve
Mehmet Çuka da zamanın hükümdarı
İkinci Abdülhamid’e bir dilekçe göndererek validen şikáyetçi oldular.
Dilekçede valinin ayak takımını kışkırttığı söyleniyor ve Karadağ Prensi’nin İşkodra’nın dağlık bölgelerinde yaşayan Hristiyanları beşer kişilik gruplar hálinde örgütlediği anlatılıyordu.
Durumdan haberdar olan
Sultan Abdülhamid, hem askeri tedbirleri arttırdı, hem de halkı nasihatlerle yatıştırmaya çalıştı. İşkodra Valisi’ne yollanan emirde de, Müslümanlar’ın öfkesiyle ve heyecanının anlayışla karşılanması gerektiği üzerinde duruldu. Neticede, Müslüman halk büyük çabalarla sakinleştirildi ama camide domuz kesenler yakalanamadı.
Sorular ve cevaplar (Mehmet Nuri YILMAZ)Kalpten geçirilen düşüncelerin affedileceği söyleniyor. Ne dersiniz?
İsimsiz/TRABZON
Kalpten geçirilenler eyleme dönüşmedikçe günah sayılmaz. Bu, yüce Allah’ın bize bir lütfudur.
Birisi ‘Alevi ile Sünni evlenebilir mi’ diye soruyor, siz de buna cevap veriyorsunuz. Böyle bir soruya cevap vermenize ne gerek var?
Hülya/BURSA
Sayın okurum, ülkemizde evlenenler arasında cehaletten kaynaklanan bu tür ayrımlar ne yazık ki yapılabilmektedir. Cevap vermediğimiz takdirde belki bu yuva kurulamayacak, sevenler kavuşamayacak, aileler buna rıza göstermeyeceklerdi. Biz, toplumun bazı kesimlerinde yerleşmiş olan bu tür yanlış kanaatleri izale etmeye çalışıyoruz. Bundan dolayı rahatsız olmamalısınız. İleride halkımız aydınlandıkça bu gibi sorular sorulmaz, biz de cevaplandırma durumunda kalmayız.
Bir kitapta ‘Dabbetü’l Arz’ın tren olduğunu okudum. Buna bir açıklama getirir misiniz?
Sait SÖĞÜT/ANKARA
Dabbetü’l Arz, kıyametin büyük alametleri arasında sayılmıştır. Kuran-ı Kerim’de, ‘O söz başlarına geldiği zaman, yerden bir dabbe (canlı) çıkarırız. O, onlara insanların ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler’ (Neml, 82) buyurulmaktadır. Dabbe debelenme, hafif yürüme demektir. Hayvanlar için kullanılır. Örfte ise daha ziyade dört ayaklı hayvanlar için kullanılmaktadır. Sözlük anlamı itibarıyla tren, otomobil vs. gibi hareket eden şeylere de dabbe denilebilir. Ancak Hud Suresi ayet 6’da, ‘Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın’ denilmektedir. Bu ayetten ‘dabbe’ kelimesinin hayvanlar için kullanıldığı gibi insanlar için de kullanıldığını görmekteyiz. Nitekim bir önceki ayette konuşan canlıdan söz edilmektedir. Bu konuşan canlının kimi müfessirlere göre insan, kimilerine göre de hayvan olduğu ve kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağı ifade edilmiştir. Ancak Kuran’da bunun mahiyeti hakkında ayrıntılı bir bilgi verilmemiştir. Biz ayetle bildirildiği için böyle bir varlığın çıkacağına inanmakla yükümlüyüz.
Bazı kimselerin, sanki başka günlerde olmazmış gibi belli bir günde, belli bir saatte toplanıp zikir yapmaları doğru mudur?
Ali BAŞAK/SAMSUN
İbadetlerin belli bir zamanı vardır. Örneğin,
namaz vakitleri gibi. Ancak Yüce Yaratıcı’nın adını anmak, bir zamana bağlı değildir. Her zamanda ve her halde onun ismi anılabilir. Zikrin özelliği de budur.
Allah’ı ‘Hu’ ve ‘Ya Hu’ diyerek de anabilir miyiz?
Veli SARIKAMIŞ/İSTANBUL
‘Hu’ yüce Allah’ı işaret eden bir zamirdir. Lafza-i Celal yerine kullanılır. Elbette böyle diyerek de anabilirsiniz. Tasavvuf ehline göre ‘fena’ (yokluk) mertebesine eren kişi Yüce Yaratıcı’yı ‘Hu’ diye anar. Çünkü onun nazarında Allah’tan başka varlık kalmamıştır.
İmam, cenaze namazını üç tekbirle kıldırdı ve sonra ısrar edildiği halde namazı tekrar kıldırmadı. Bu caiz midir?
Üç tekbirle de cenaze namazı kılınabilir. Fıkıh kaynaklarında cenaze namazında alınan tekbirlerin üçten az, yediden fazla olmaması gerektiği belirtilmiştir.
Kul ile Tanrı arasında sağlık ve mal perdesi vardır
Kul ile Tanrı arasında perde, ancak şu iki şeydir, öbür perdelerin hepsi de bu ikisinden meydana gelir: Sağlık, mal.
Bedeni sağ-esen olan kişi,
‘Tanrı nerde’ der,
‘Görmüyorum ki’. Fakat bir ağrıya, bir sızıya uğradı, sayrılandı mı,
‘Yá Allah, yá Allah’ demeye koyulur, Tanrı ile sırdaş olur, söyleşir.
Gördün ya, demek ki sağlık, perdedir ona; Tanrı, o derdin altında gizliymiş. İnsanın malı mülkü oldukça dileklerinin sebeplerini hazırlar; gece gündüz onunla oyalanır. Yoksullaşmaya başladı mı, nefis de arıklaşır, Tanrı çevresinde çizginmeye koyulur.
‘Seni bana esriklik, eli boş oluş lutfetti, senin esrikliğine, senin eli boş bir hale getirişine kulum-köleyim ben’
Ulu Tanrı, Firavun’a dört yüz yıl ömür verdi; saltanat, padişahlık ihsan etti; dilediğini verdi ona... Bütün bunlar perdeydi, onu bunlarla kapısından uzak tutuyordu. Bir gün bile Tanrı’yı belki anar diye ona bir muradına erişmezlik, bir başağrısı vermedi,
‘Dileğinle oyalan, bizi anma, gecen hoş olsun’ dedi.
‘Süleyman saltanata doydu da, Eyyub beláya doymadı gitti’Müzikte armoni dediğin, eseri kasten bozmaktır
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Türk Müziği Korosu ile 1970’lerde bir konser veriyorduk.
Programda Rast makamında ve fazla ağır olmayan eserler vardı. Son bölümde ise
‘üç sesli kanon’ yapacaktık.
‘Kanon’ bir Batı Müziği icra biçimiydi ve en basit ifadeyle, eserlerin Türk Müziği’nde olduğu gibi tek sesli değil, çok sesli şekilde icrasıydı.
Dinleyicilerin en ön sırasında 35 yaşlarında, şalvarlı, biraz şişmanca bir hanım, kucağında süt emen çocuğuyla oturuyordu ve salonda tanıdığımız bir tek kişi bile yok.
Konser başladı son bölüme, çoksesli okunacak eserlere geldik ve Lemi Atlı’nın
‘Bu zevk u safá sahn-ı çemenzáre de kalmaz’ mısraı ile başlayan meşhur eserine girdik. Kanon için üç ayrı kişiye işaretle üç ayrı zamanda aynı melodiye giriş atağı veriyordum ve sesler birleşince değişik bir áhenk meydana getiriyor ancak esere değişik zamanlarda girildiği için bilmeyenler tarafından sanki bir yanlışlık oluyor gibi algılanabiliyordu.
Şarkıya başladık, tam o kanona geldiğimizde, dinleyicilerden bir kaçı
‘Eyvah bozdular. Yazık oldu, karıştırıyorlar’ gibisinden sözler geldiğini işittim.
Biz devam ederken yine dinleyicilerden bir başka yorum geldi: Genç bir ses
‘Ne bozması yahu, ne karıştırması! Görmüyor musunuz, adamın işaretiyle karıştırıyorlar!’
İşte, dünyanın en saf ve en temiz armoni tarifi...
KazandibiYuvarlak veya dört köşe bir tepsinin dibine pudra şekeri serpilir. Bir tencereye süt, toz şeker ve pirinç unu konur. Telle orta ateşte karıştıra karıştıra 15 dakika kadar pişirilir. Şekerlenmiş tepsiye boşaltılır ve tekrar orta ateşe konur. 40 dakika sonra çevrilir, altı yakılır ve soğumaya bırakılır. Dört köşe olarak bıçakla kesilir. Bir keski ile kesilen parçalar çıkartılır, yanık tarafı üste gelmek üzere servis tabağına konur. Üzerine pudra şekeri ve gülsuyu serpilir.