Güncelleme Tarihi:
Nişantaşı’nda bir kafede çay içip kitabımı okuyordum. Elimdeki kitabı söylesem, inanmazsınız: Ateş Yakmak.
Kızımla kitap bakarken tutamadım kendimi, bir Jack London alasım geldi.
Çok tercihim yoktu zaten. Can Yoldaşı, Demir Ökçe, Yanan Gün, Beyaz Diş ve Ateş Yakmak. Jules Verne’leri bitirdikten sonra okuduğumuz kitaplar yani, galiba Vahşetin Çağrısı’ndan başlayarak. Hafızam beni yanıltmıyorsa, ki âdetidir, Vahşetin Çağrısı’ndaki kurdun adını vermiştim ilk köpeğime. Niki! 7 ya da 8 yaşındaydım. Demek ki o yaşta başlamışım Jack London okumaya...
Nostaljik takılıyorum bir iki gündür. Ateş Yakmak okuyorum yaklaşık 40 yıl sonra...
*
Bir ara kitaptan başımı kaldırdım, ihtiyar Koskoosh’un sonunu düşünüyordum gözlerimi boşluğa dikerek.
Gözleri görmeyen, ihtiyar bir Eskimo’dur Koskoosh. Kabile reisinin babası. Kısa yaz mevsimi bitip daha içerilere göçmek üzere çadırlar söküldüğünde, örf gereği, ölüme terk ederler onu. Hemen donmasın diye bir ateş yakarlar, yanına bir öbek odun koyarlar ve giderler.
Bu trajediyi doğal karşılar Koskoosh, isyan bile etmez. O da babasını, babası da dedesini böyle ölüme terk etmiştir donmuş Yukon Ovası’nda.
Ateşe atacak odunu kadar ömrü vardır yaşayacak. Çocukluğunu düşünür kısa bir süre, özellikle de vahşi bir kurt sürüsünün, yaşlı, yorgun ama ölüme direnen bir ren geyiğini parçalayışını...
Derken ıslak bir burun sürtünür köseleleşmiş yanağına. Etrafını saran kurtları ancak fark eder.
“Hiçbiri çekip gitmeye niyetli değildi.Yaşama böylesine sıkı sıkıya yapışmak niyeydi sanki? Elindeki odun parçasını karlara daldırdı. Ateş cızırdayarak söndü. Çevresini saran kurtlar arasında bir kaynaşma oldu, homur homur homurdandılar ama yerlerinden kımıldamadılar. Koskoosh’un gözleri önünde son bir kez daha canlandı kocamış geyik... Derken başı dizlerinin üzerine bitkince düştü... Ne önemi vardı artık? Yaşamın yasası böyle değil miydi?” (*)
*
Karşımda bir abide gibi dikilen çınar ağacına baktım bir an boş gözlerle, sonbahar rüzgarıyla hışırdayan sararmış yapraklarına. Koskoosh’un sonunu düşünüyordum hüzünlü...
- TGRT’ydi değil mi?
O an fark ettim yan masadan bana laf atan “şeyi”.
- TGRT mi?
- Evet, TGRT’de program yapıyorsunuz siz değil mi?
Çok ağır geldi birden bu sohbet bana:
- Başkasıyla karıştırdınız.
Başımı kitabıma eğdim tekrar, “Konuşma bitmiştir” gibilerinden.
Ama çok geçti. Kararını vermiş, soğuk beyaz mermerli yeşil ferforje masaların arasından geçerek bana doğru yönelmişti bile.
Size o “şey”i de tarif edeyim de hele...
Kısacık bir boy. Mavi beyaz çiçekli Haiti gömlek. Boya ya da peruk olduğu her halinden belli, arkaya taranmış kabarık kuzgunî saçlar. Ağzına bir numara büyük gelen takma dişler. Üstünde Ayhan Işık bıyık. Fil paçaları yerden bir karış havada bir beyaz pantolon. Topuklu siyah rugan ayakkabılar. Boynunda kalın bir altın zincir. Sol bileğine bol geldiği için dönen altın sarısı saat. Sağ bileğinde bir altın künye. Müsait bir parmakta nal gibi altın şövalyer. Ve gözünde camı koyudan açığa doğru giden kocaman bir güneş gözlüğü.
- Oturabilir miyim?
- Vallahi beyim, başka bir zaman olsa, böyle bir malzemeyi kaçırmazdım inanın, ama ihtiyar Koskoosh’un trajedisi ve benden yazı bekleyen Hacer... İnşallah başka bir sefere!
... dediğim gibi fırladım yerimden.
Şakayık Sokak’ın köşesine vardığımda, kışkışlanmış bir köpek yavrusu gibi mahzun mahzun bakıyordu hâlâ arkamdan.
Dedim ya, iyi bir günümde kaçırmazdım böyle bir malzemeyi.
Ama bugün vallahi çok ağır geldi...