Güncelleme Tarihi:
İsmail Türkmen (Geniş Ekran)
Kısa öykü dendiğinde akla gelen isimlerin muhtemelen başını çeken Rus yazar Anton Çehov, kendi adıyla anılan bir tarz yaratmış edebiyat ustalarından biridir. Çehov hikayeciliğinin bizim Kırmızı Balonun Yolculuğu’nu (Le Voyage du ballon rouge) anlamamıza yardım edecek bir özetini çıkarmanın herhalde en iyi yolu, edebiyatçıların bu konuda söylediklerine kulak vermektir.
İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Virginia Woolf, Çehov’un öyküleri hakkında şunları söylüyor: “Çehov’u okuyan insan öncelikle bir şaşkınlık yaşar. Kaç tane öyküsünü okursanız okuyun her defasında şu soruları sormadan edemezsiniz: Nedir ki şimdi bu, bunu neden hikayeleştirmiş olabilir? Örneğin bir adam evli bir kadına aşık olur, ayrılırlar sonra yeniden bir araya gelirler ve hikaye, ‘bu dayanılmaz bağlılıktan’ kurtulmanın yolları üzerine konuşurlarken biter. Biz ‘Nasıl yani hikaye bitti mi şimdi’ oluruz. Sonunda her şeyin yerli yerine oturduğu, mesela sevgililerin kavuştuğu, kötülerin belasını bulduğu ya da dönen dolapların ortaya çıktığı Viktoryen öykülere alışmış olan bizlerin, birdenbire biten Çehov hikayelerinin sonunda yaşadığı bu şaşkınlık, aslında bunları okumaya hazır olup olmadığımız sorusunu ortaya koyar. Bu hikayelerin dünyasına girebilmek için çok keskin bir edebiyat algısına sahip olmamız gerekir.”
Rus yazınının devlerinden Leo Tolstoy’un, öykülerindeki gerçekçiliğe atfen “çok yetenekli bir fotoğrafçı” şeklinde tanımladığı Çehov için aynı ulus edebiyatının yaşayan efsanelerinden Andrey Voznesensky şunları söylüyor: “Gizli anlamların, alacakaranlık sahnelerinin ve şiir kadar yoğun düzyazının ustasıdır. Söyleyeceklerini alttan alta söyleyen Çehov’un kahramanları hikayelerde istediklerini istemezler.” İngiliz yazar Maurice Baring’e göre de “Çehov, aktarmak istediği anlamı asla vurgulamaz, okuyucuyu asla dürtmez.” Son olarak Maksim Gorki’nin, bir tarafıyla Çehov hikayelerinin içeriğini çok iyi özetleyen şu gözlemine kulak verelim: “Onun öykülerini okurken kendinizi melankolik bir sonbahar gününde hissedersiniz.”
SEKİZ SARILI YUMURTA OLUR MU
Kör kör parmağım gözüne diyerek seyirciye bir şeyler anlatmaya çalışan ve şatafatlı bir olay örgüsüne dayanan melodramların tam tersine kendi halinde ve dingin bir üslupla insan duygularını anlatan minimalist sinemanın temsilcilerinden Tayvanlı Hou Hsiao Hsien’in yönettiği Kırmızı Balonun Yolculuğu için “Çehov’un sinemasal hallerinden biri” demek mümkün. Yukarıda Çehov öyküleri hakkında söylenen sözlerin tümünü neredeyse kelimesi kelimesine bu filmi tanımlamak için de kullanabiliriz. Sanırım en başta da şunu belirtmeli: Kırmızı Balonun Yolculuğu, bir şeyleri “göstermek” için seyirciyi dürten bir film değil asla. Tam tersine, film tabii ki “bir şeyler” söylüyor ama bu “bir şeyler”in ne olduğunu mümkün olduğunca seyircinin kendisine bırakıyor. Dolayısıyla izleyenin filmden aldığı, bir anlamda alabilme kapasitesiyle sınırlı kalıyor. Ya da şöyle diyebiliriz: Böyle bir filmden aldıklarımız, kendimiz bir film yapacak olsak o zaman sinemaya verebileceklerimizle doğru orantılıdır.
Bu da, bir yanıyla, şu anlama geliyor belki: Kırmızı Balonun Yolculuğu gibi filmlerden memnun ayrılmamız, bizim sinemanın/sanatın kendisi üzerine kafa yorduğumuzun göstergesidir (ancak minimalist filmlerin hepsinin aynı kalitede olmadığını söylemeye gerek yok tabii). Bunu yapmayan ya da daha az yapan ve daha çok filmdeki olay örgüsüyle ilgilenen izleyiciler için ise böyle filmler genellikle “yavaş, temposuz, uyutan, sıkıcı, sırf kendini tatmin için yapılmış” çalışmalar sınıfına girer. Elbette herkesin “medya”nın kendisi üzerine düşünmesi gerekmiyor. İnsanlar tabii ki sadece iyi, dokunaklı ya da eğlenceli bir hikaye izlemek için sinemaya gidebilirler ve bu hiç tartışılamaz bir haktır. Ancak herkesin aşağı yukarı aynı şeyleri aldığı klasik melodramların dışında kalan bu türden filmlerin, seyirciden bazı esktralar istediğini de kabul etmek lazım. Sanatın ne olduğunu ya da sinemanın nereden gelip nereye gittiğini düşünmek sanırım bu ekstraların başında geliyor. Ülkemizde arada sırada patlak veren, en son Yumurta’nın SİYAD’dan 8 ödül alması üzerine çıkan tartışmaları da daha ziyade bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor galiba.
HAYAT NE TATLI
27’nci Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen Kırmızı Balonun Yolculuğu’nu seyrettiğimde çocukluğumun bugün artık bana masalsı gelen öğleüstlerini yeniden yaşadığımı hissettim. Sanki kırmızı balonla birlikte uçarak o günlerde gezintiye çıkmıştım. Festival filmleri arasında beni en çok mutlu eden yapımlardan biriydi. Çünkü beni sanata bağlayan en sağlam iplerden biri, algı ve duygularımı çocukluğuma taşıma kapasitesidir.
Gorki’nin Çehov’un öyküleri hakkında söylediği “melankolik sonbahar günleri” saptaması Kırmızı Balonun Yolculuğu’ndaki hüzün temasıyla kesişiyor. Filmin sonunda dinlediğimiz şarkının sözleri de bunu doğruluyor. “Akşamın maviliğinde ... Umudumu kaybettim ... Hayatı bir zamanlar seven bizler, Sıcak süt, tarçın, temiz su, Şimdi her gece içiyoruz, Ve bu acı bir şerbet ... Keder ... Şerefine kırmızı balonum.”
Fakat ne gariptir ki film bana keder ve hüzünden ziyade yaşama sevinci verdi. Nitekim benzer tarzına rağmen Çehov’un tam tersi bir içerikle hikayelerinde daha çok umudu, iyimserliği ve hayatın güzelliklerini ön plana çıkaran Türk öykücülüğünün bence en büyük isimlerinden Memduh Şevket Esendal’ı (MŞE) da büyük bir sevgiyle andım. Ve tabii onun ölümsüz öyküsü Hayat Ne Tatlı’yı. (Bu arada, genel bir hüzün ve melalin hakim olduğu Kırmızı Balonun Yolculuğu’ndaki küçük Simon, edilgenliğiyle ve rüzgarın önündeki bir yaprak gibi oradan oraya sürüklenmesine rağmen mutluluğunu korumasıyla bana Hayat Ne Tatlı’nın kahramanı Hafız Nuri Efendi’yi hatırlattı.)
İlkin yanılmıyorsam ortaokul çağımda okuduğum Hayat Ne Tatlı kadar insana huzur ve dinginlik veren çok az sanat eseri olduğunu düşünüyorum. Farklı yorumlanabilecek biçimde kurgulanmış olsa da Hayat Ne Tatlı, tam da adının işaret ettiği gibi yaşamın her şeye rağmen güzelliklerle dolu olduğunu “hissettirir.” En azından bana, mutlu olmamız için olağanüstü hiçbir şeye ihtiyacımızın olmadığını gösterir. Tabii bir de olağanüstü ve şaşaalı olaylar anlatmadan da iyi bir öykünün yazılabileceğini.
Kırmızı Balonun Yolculuğu’nu seyretmek, çok hoş bir şarkıyı dinlerken aynı zamanda sanki büyük bir sessizlikte kafa dinlemek gibi bir şey. Böyle bir duyguyu yaşamak isteyenler 9 Mayıs’tan itibaren sinema salonlarını ziyaret edebilir.