Oluşturulma Tarihi: Aralık 07, 2002 00:00
Şu, doğudan ve çok güç koşullardan gelip bir gün milyonlarca satan kasetleriyle paraya, üne, genç ve güzel kadınlara kavuşan yanık sesli, ağlamaklı suratlı, yakışıklı Anadolu delikanlılarından biriydi. Hayata arabeskli kebap kulvarından giriş yapmış; şiveyi vurgulayarak, kadını döverek, bol bol da aldatarak prim yapılan bu dünyada kendine öyle böyle bir yer edinmişti. Ama yolun bir yerinde o trenden inmeye, bu kategoriden çıkmaya karar verdi: ‘‘Kebap dükkanları açılacak, son model arabalarla gezilecek, mankenlerle ilişkiler yaşanacak, çocuklar yapılıp ortalıkta bırakılacak, sonra dönüp yine kebapçı dükkanları açılacak...’’ kısır döngüsünü sevmedi. Arabeskçilere ‘‘batılı’’ imajı reva görmeyen, delikanlılık edebiyatıyla prim yaptıran satış politikalarına karşı çıktı. Risk aldı; Soyundu, saçını -sarıya- boyattı, küpe taktı, ‘‘karizmayı çizdi.’’ Yapımcısı, ‘‘gittin elit oldun, modernlere karıştın, kasedin satmadı. Bıyık bırakma, biz seni kızlara pazarlıyoruz’’ diye kızdı, küstü. O dünyadan, dostluklardan dışlandı. İnce bir çizgi üzerindeydi. Ama ‘‘linç’’ edilebilecekken alkış aldı. Dizileri tuttu, kasetleri daha çok satmaya başladı. Türkiye'yi her pazartesi ekrana kilitleyen Asmalı Konak dizisinde ‘‘modernize edilmiş ağa’’ tiplemesine cuk oturarak bir fenomen haline geldi.
Film yapımcılarının da gözdesi. ‘‘Artık kendi yolumu çizdim. Türkiye'de yapılan ama dünyaya entegre olmuş, kafa patlatarak gerçekleştirilmiş, yıllara yayılan işler yapacağım. Bizde popçuysan her şeyi yapabilirsin arabeskçi ya da türkücüysen hayır.Bu tabuyu yıkmaya çalışıyorum’’ diyor. Bu hafta vizyona giren ve ‘‘farklı’’ tipi, yani doğulu bir türkücüde ‘‘kaldırılamayacak’’ kadar efemine haliyle rol aldığı Kolay Para'yı izlerseniz, ne demek istediğini anlarsınız. Tarih 19 Mayıs 1972. Yer, Ankara'nın belalı bir mahallesi, Yenidoğan. Saatler sabahın erken bir vaktini gösterir ve dışarıda gençlik bayramı hazırlıkları başlarken, içerde bir doğum sahnesi yaşanmaktadır. Altı çocuğundan ikincisini doğurmaya çalışan genç kadının ebeleri, başta Fırtına Fato lakaplı annesi ve büyük halalardır. Bir anda dışarıda bir kıyamettir kopar; çünkü ailenin erkekleri de o sırada kanlı bir kavgaya girişmiştir her zamanki gibi. Kadınlar, kulakları kapının önündeki arbedede, doğumun gerçekleşmesi için uğraşır. Özcan Deniz hayata gözlerini açar açmaz yaptıkları ise bıçakları kaptıkları gibi sokaktaki kavgaya koşmak olur. Onlar Ağrı'nın, sonradan dağılmış Kürt Zilan aşiretinin mensupları; o sabah kestiği çok sayıda kulak parçasını karakolda komiserin masasına fırlattığı rivayet olunan Fırtına Fato ise aşiretin güç timsali kadınlarındandır. Her jandarma baskınında dehlizlerden damlara fırlayıp, bacalardan çuval içinde tabancalar tüfekler sarkıtıp evi silahtan temizleyen ve ailenin erkeklerine arka çıkan odur. Ama aşiret İstanbul, Ankara, Mersin, İzmir, Aydın derken tüm Türkiye'ye doğru dağıldığında ve işsiz kalan aşiret erkekleri büyük şehirde meşru işlerde tutunamadığında, çaresizdir.3. SINIFTA KİMLİĞİ OLDUÖzcan Deniz'in, aşiretin çitinden ötesini bilmeyen annesi Kadriye, kendi gibi gencecik ve fazla bilgili olmayan kocası Sadık'la birlikte Ankara'ya göçenlerdendir. Ancak Sadık, çocuk üstüne çocuk sahibi olurken, akrabalarının çoğu gibi varoşlarından iliştiği şehrin hayatına pek ayak uyduramaz. Hiçbir işte dikiş tutturamayınca, meslek olarak kabadayılığı seçer. O yılları, Yılmaz Köksal'lı siyah-beyaz Türk filmlerine benzetir Özcan Deniz. Pavyon basan, kumarhane işleten, bol kavga eden ve dolayısıyla bol düşmanı olan bir kadro vardır ailede. Dolayısıyla o üç-dört yaşına geldiğinde artık başkentte barınamaz, Aydın'a taşınırlar. Oraya da varoştan ilişirler. Çocukluğunun o yıllarından bugüne kalan en belirgin izler, dışlanma duygusu ve fakirlik halidir. Annesi daha sonraları, o yıllarda Özcan'ın açlıktan okulda bayıldığını, zaman zaman komşulardan ‘‘köfte yapmak için bayat ekmek lazım’’ yalanını atarak ekmek aldığını anlatacaktır ama şimdi o bunlardan konuşmak istemez. Fakirlik edebiyatı yapan ünlü durumuna düşmemek için.Annesi ve babasının resmi nikahı olmadığı için, ancak üçüncü sınıfa geldiğinde bir hüvviyeti olur. Diğer kardeşleri de büyüyüp bu problem olmaya başladığında, babası belediye nikahı yapmaya karar verir. Ama bu nikah, gelecek bir dizi dramın tetikçisi olmaktan öteye gitmez: Asker kaçağı olan babası yakalanır. Yaklaşık dört yıl süren askerliğinin sonlarına doğru yaşanan büyük Aydın depremini duyunca bir kez daha kaçar. Ama sonraki firarları hep ailesinden olacaktır. Sık sık başka kadınlarla evini terketmediği zamanlarda da gayrimeşru işlerine devam edecektir. Dolayısıyla baba ilgisi ve sevgisinin olduğu bir çocukluk geçirmez Özcan Deniz. Çok da sorgulamaz bu durumu, başkasını bilmediğinden.Ağabeyi ve annesiyle birlikte pamuk toplar, tarlada çapa yaparlar. Ortaokul birinci sınıfta okulu bırakır. Pazarda simit, limon, pide satmaktan inşaat işçiliğine, kaportacılığa kadar yapmadıkları iş kalmaz. Taa ki sesiyle para kazanabileceğini keşfedene kadar. Yani 12-13 yaşlarında... Sesinin güzel olduğunu bilir. Amcası, kendi çapında ünlü bir Kürt ozandır. Sesi onunki kadar güzel olmasa da ona benzer, ondan etkilenir. Bir gün bir arkadaşı, onu bir düğünde sahneye çıkarınca keşfedilir. Eline 50 lira olduğunu hatırladığı bir para tutuşturulduğunda -ki ailesinin aylık kazancından fazladır- öyle şaşırır ki, eve gidip bana bunu verdiler diyemez. İki gün dayak yer, nereden çaldın, diye. Sonunda babasını ikna eder, düğünlerde sahneye çıkmaya başlar. Kısa süre sonra Aydın civarında iyice ünlenir. Ve para biriktirir; onu İstanbul'a götürüp, bir ay kalmasını ve şansını orada denemesini sağlayacak bir para. Bu fikri ona veren, Cenk Koray olur. Özcan Deniz'in birinci olduğu Sultanhisar Ses Yarışması'nı sunan Koray, bu yanık sesli genci kenara çekmiş ve mutlaka İstanbul'a gitmesini nasihat etmiştir. Yolunu da anlatır: Bir demo kaset yapacak, İMÇ'de dükkan dükkan dolaşacaktır.Hiç unutmaz, o gün aldığı ve yıllarca üzerinden çıkarmayacağı paltosuyla İstanbul'a doğru yola çıkar. Filmlerden tanıyıp acayip merak ettiği, 13-14 yaşlarında yürüyerek gitmeye kalkıştığı, gittiğinde onu çok şaşırtan, korkutan ama içine çeken İstanbul'a. Tepebaşı'nda, dokunsan yıkılacak gibi duran; yatağından resepsiyonu görebildiği; şişmiş kapıları kapanmadığından karşı odadaki fuhuşu gün boyu izleyebildiği Bahama Otel'e yerleşir. Her gün yürüyerek gittiği İMÇ'de elbette kimse dinlemez kasedini. 17-18 yaşlarındadır, hem küçük sanatçı devri kapanmaktadır, hem ne küçüktür ne büyük. ‘‘Hayatta hiçbir şey tesadüf değil. Bir kurgu var ve her şey ona uygun gerçekleşiyor’’ fikrine ulaştığında, dönüp o günü düşünecektir. Paralar bir haftada suyunu çektiği için rehin kaldığı otel odasında, elini hiç atmadığı arka cebinde buluverdiği kartviziti. Aydın'da bir düğünde onu dinleyip, ‘‘beni mutlaka ara’’ diyen Almancı organizatörün kartıdır bu. Resepsiyondan gizlice Almanya numarasını çevirir. Karşıdaki ses heyecanlanır: ‘‘Neredesin sen?’’ Bir hafta içinde Almanya için vize işlemlerine başlayacak, ama bu işsiz, sigortasız, parasız gence vize vermeyen Almanya, onu iki yıl süründürecektir. Bu süre içinde zaman zaman gazinolarda sahneye çıkar, bazen bir TIR'ın ikiye bölünmüş benzin deposuna kıvrılarak Almanya'ya gitmeye kalkıp Edirne'den döner, sık sık umudunu yitirir. Sonunda şeytanın bacağını kırar. Emrah'lı, Öztürk Serengil'li bir turnenin elemanı olarak uçaktadır şimdi; şöhretler dünyasına bu kadar yakın, garip duygular içinde.O gece, gazeteciler ve hayranlar ordusu arasında, en kenarda, en sessiz, en şaşkın olandır. Ama gecenin bir yarısı, ‘‘hazırlan sahneye çıkıyorsun’’ komutu alır. Apar topar, iki gündür üzerinde olan kıyafetlerle, Emrah'tan sonra sahneye atılır. O sırada program bitmiş, salon boşalmaya başlamıştır. Mikrofonu alıp İpek Mendil'e başladığında önde olup kalkmış olanlar oturur, kapıdakiler geri döner, hatta kimileri dışarı çıkanları geri çağırır. Beş altı türküyü tamamladığında alkış kıyamet. Söylediğine göre kalbi midesine iner ama... Sonraki iki yıl Tutunamayanlar'ın Almanya bölümü gibidir: Şimdi üzerine konuşulmayan bir evlilik, ortadan kaybolan organizatör, arada sırada kulüplerde şarkıcılık, daha çok temizlikçilik. 1990'a iki üç saat kala, parasızlıktan evde otururken, yine yüzüne gülen kader. Yine bir kulüpte keşfedilen sesi. TAKSİDE HÜNGÜR HÜNGÜR AĞLADISesi bu kez İstanbul'a, Prestij Müzik'in Nokta Müzik olduğu zamanki dükkanına ulaşır. Uçağa binip Almanya'dan İstanbul'a adım attıktan sonra geçen bir hafta yaşadıkları, şimdi bir film projesidir. Neredeyse bir günde çıkar ilk albümü. ‘‘Sen şimdi git, biz seni ararız’’ derler. Ama üç ay aramazlar. Tamam bu iş yattı, diye düşündüğü bir gün gelir
haber, Ä°stanbul'a döner yine. Havaalanından taksiye bindiÄŸinde radyoda adı anons edilmektedir, taksici kasedini çıkarır torpidodan. Hüngür hüngür aÄŸlar. Ä°MÇ'nin kapısından bu giriÅŸinde, gözüne afiÅŸleri çarpar, kulağına kendi sesi. Yine de her ÅŸey o kadar kolay olmayacaktır; sefalet daha sürecek, şöhret hemen gelmeyecek, Prestij ve ‘‘ailesi’’, müzik dünyasına bir fenomen olarak damga vurdukça, sanatçıları da oradan oraya savrulacak, onun da tutunması epey zaman alacaktır. O kapıları aşındıran, hepsinin de hikayeleri birbirine benzeyen yüzbinlerce gençten kaçı geçebilmektedir ki sınırı? O geçer. Ama kısa bir süre sonra bu Aile FotoÄŸrafı'ndan çıkarak...AÄŸrı'nın en katı aÅŸiret kurallarının içine doÄŸmuÅŸ bu genç adam, ÅŸimdi bir gözü Avrupa'nın bir ucunda, bir yanında farklı ve düzgün olmasına dikkat ettiÄŸi projeler ve proje ordusu, bir elinin altında arayış içindeki müziÄŸi, üç beÅŸ yıl sonrasını planlayarak ve emin adımlarla ilerliyor.Â
button