Güncelleme Tarihi:
Müge AKGÜN
Kaplanoğlu’nun, Yumurta’yla başlayan, Süt’le devam eden üçlemesinin son filmi Bal, yaşamın hızlı temposuna kapılarak unutulmaya başlayan insani değerleri ve sevgiyi göstermenin farklı yolları olduğunu anlatıyor.
Semih Kaplanoğlu, Bal’da kolaya alışmış, sinemadan gülerek ya da ağlayarak çıkmaya programlanmış izleyicinin ezberini bozuyor, kendiyle hesaplaşmaya zorluyor diye düşünüyorum, ne dersiniz?
-Böyle hissediyorsanız yapmaya çalıştığım şeyi başarmışım demektir. Yaşadığımız hayat, modern dünya, dokunmamızın, koklamamızın, görmemizin önüne perdeler koyuyor. Ben bu filmde onları nasıl ortadan kaldırabilirimin peşindeydim. Filmdeki çocukla üçlemedeki Yusuf’un çocukluğu olduğu kadar insanlığın çocukluğunu anlatmak istedim. O saflığı nasıl anlatabilirim diye uzun uzun düşündüm. Birbirimizle olan ilişkilerimizde de o hakikati, saflığı kaybettik. Ben çok anlaştığımız için değil, birbirimizle aslında ilişki kuramadığımız için çok konuştuğumuzu düşünüyorum. Filmin bunu hissettirmesi için uğraştım.
Filmde müzik de yok, sadece doğal efektler var. Müziği de bilinçli olarak mı horon sahnesi dışında hiç kullanmadınız?
-Sinemada öyle bir yapı kuruluyor ki sadece müzikle değil efektlerle, sesteki gerçeklik de manipüle ediliyor. Müzik, olmayan bir duyguyu ortaya çıkarabilir. Bütün filmler için söylemiyorum ama filmlerin konuşmalı, müzikli yerlerini kapatın bakalım oyunculuk ne olacak. İlk filmim de siyah beyaz ve sessizdi ve sessiz sinemanın olduğu dönemlere dair bir hisle yapmaya çalışmıştım. Sesle olan ilişkim gerçek doğa seslerini alıp onları asla manipüle etmeden sakin bir şekilde içinde bulunduğumuz ortamın tüm ses duygusunu ortaya çıkarmak. Bunun için hem çekim sırasında hem de çekim sonrasındaki postprodüksiyon aşamasında özel bir çalışma yapıyoruz.
TÜRKİYE’DEKİ OLANAKLARLA FİLM YAPMAMIZ MÜMKÜN DEĞİL
Bal filmindeki ortak yapımcılarla nasıl buluştunuz? Tanıdığınız insanlar mıydı, diğer filmleri mi izlemişlerdi, nasıl inanıp destek oldular?
-Daha ilk filmimi yaptıktan sonra anladım ki ben ancak kendi yapımcılığımı yaparsam film yapabileceğim. 2003-2004 yıllarında yabancı ortaklar aramaya başladım. İlk ortağım Yunanistan’dan genç bir yapımcıydı. Onunla Meleğin Düşüşü’nü yaptık. O çalışmadan itibaren ben Kanarya Adaları’ndan Kore’nin Pusan şehrine kadar dünyada onlarca uluslararası ortak yapım marketlerine gittim. Bütün projelerimi sundum. Bu üçlemenin yapımı aşamasında en büyük desteği bir temmuz ayında Paris’te yapılan böyle bir “co-production” marketinde kurduğumuz ilişkiler sağladı. Sonraki Alman ortaklarımı da orada tanıdım. Böylece hem uluslararası anlamda yapımcılar, dağıtımcılar, televizyonlar, finansörler, bankalar, sigorta şirketleri gibi sinema sektöründe kim var kim yok -Amerikan sistemi dışında kalan- herkesle bir şekilde tanıştım.
Bu nasıl bir ortaklık oluyor finansmanını mı sağlıyorlar?
-Ben aslında onu çok tercih etmiyorum. Nakit para değil teknik ortaklıklar kuruyoruz. Bildiğim, çok iyi çalıştığını duyduğum birtakım teknik adamlar var, onlarla çalışmak istiyorum sağlayabilir misiniz gibi tekliflerle gidiyorum.
Peki, bu işten onların kârı ne oluyor?
-Mesela Almanya ya da Fransa hakları onların oluyor. Uluslararası satışlardan ortaklıklarımızın oranında paylaşım oluyor. Zaten “international salers” şirketler var, bunlar filmlerimizi alıp dünyanın her yerine pazarlıyorlar.
Yarışmalara başvuruları nasıl yapıyorsunuz?
-Onları bireysel yapıyoruz. Ama tabii ki o şirketler bizim filmlerin Güney Amerika’dan Hindistan’a kadar sinemalara, televizyonlara satışını örgütlüyorlar. Hatta bir sonraki filmin yapımı için de destekler sağlanıyor. Aslında bizim sadece Türkiye’deki prodüksiyon olanaklarıyla film yapabilmemiz maalesef mümkün değil.
ALTIN AYI’NIN MADDİ BİR KARŞILIĞI YOK
Berlin Film Festivali’nden alınan maddi bir ödül var mı?
-Maddi hiçbir ödül yok. Ama film böyle bir ödülden sonra dünyanın her yerine satılıyor.
Şimdi yapımcılar sana inanmakla ne kadar iyi bir şey yaptıklarını düşünüyorlardır değil mi?
-Evet, özellikle Alman yapımcılar, Arte, ZDF televizyonları, Kuzey Vestefalia Eyaleti’nin sinemacılara destek olan fonu şimdi sevinçten uçuyorlar, çok mutlular, sürekli teşekkür ediyorlar. Tabii bu onlar açısından da doğru bir karar verdiklerinin ispatı oldu.
Altın Ayı, bir sinema adamının alacağı, en önemli, en prestijli ödül bence. Siz neler hissettiniz ödülü alınca?
-Valla kendimi çok iyi hissettim. Çünkü bir yandan da üç-dört yılda üç film yapmıştım, çok yoğun çalışmış, çok yorulmuş hiç tatil yapmamıştık. Bütün o yorulmalara, çabalara, mücadeleye değdi diye düşündüm. İlk andan itibaren Türkiye’den o kadar çok dostum, arkadaşım, sinemaseverler o kadar çok aradı, Almanya’da yaşayan vatandaşlarımız o kadar çok yolda çevirip boynuma sarıldılar ki o zaman da onları sevindirdim diye çok sevindim. Bu ödül daha sonraki filmleri daha iyi şartlarda yapabilmek için büyük bir fırsat. O yüzden de çok seviniyorum.
150-200 BİN SEYİRCİ YETER
Bizde sanat filmleri, ödüllü filmler pek iş yapmaz, ama her filmin de masraflarını karşılaması için belli bir gişe yapması gerekiyor, ne kadar izleyiciye ihtiyacınız var Bal’da?
-En azından kopyalarına harcadığımız tutarı geri alabiliriz diye düşünüyorum. 150-200 bin seyirci benim yeni bir film yapmamı sağlar. Biz çok büyük bütçeli filmler yapmıyoruz.
Bu film üçlemenin diğer filmlerini de etkiler sanırım, talep başladı mı?
-Evet, zaten birçok sinemada üçlü bir paket olarak gösterecekler. Bu yaz Köln’de Almanya’nın ünlü oyuncularını, yönetmenlerini ve akademisyenlerini de davet ederek özel bir gösterim yapacaklar. Filmleri Bal, Süt ve Yumurta olarak göstermek istediklerini söylediler. Bunun için bir üç gün ayırdılar.