Güncelleme Tarihi:
Fransızların ‘Modern Edith Piaf’ lakabını taktıkları ünlü şarkıcı Patricia Kaas, bu yıl başlattığı üçüncü dünya turnesi için yaşamından kesitlerin dört sahnede yer aldığı bir ‘konser şov’ hazırladı. Turne sırasında Türkiye'ye de uğrayacak olan 31 yaşındaki Kaas, özel ve meslek hayatını arkadaşımız Muammer Elveren'e anlattı...
Edith Piaf'ın ünlü ‘‘La Vie en Rose’’ şarkısına getirdiği güçlü yorum, sesi ve sahne kıyafetlerinin benzerliği nedeniyle sanat dünyasında ‘Modern Edith Piaf’ olarak adlandırılan Patricia Kaas, meslek hayatına iki dünya turnesi sığdırdı. Bu yıl üçüncü dünya turnesine çıkan Kaas'ın albümleri şimdiye kadar yaklaşık 10 milyon sattı. Kaas, şubatta başladığı, sanat yaşamından kesitlerin dört sahnede sergilendiği 1998 konser programına Türkiye'yi de dahil etti. Daha önce Türkiye'de verdiği konseri ve gördüğü sıcak ilgiyi unutamadığını anlatan Kaas, 17-18-19 Mayıs'ta İstanbul ve Ankara'da konserler verecek.
Öğrencilik yıllarında şarkıcılığa başlangıç, Fransa'nın Almanya sınırına yakın küçücük bir kentten dünyanın birçok ülkesi ve Paris'in en büyük konser salonlarına uzanış... Bu yükselişi anlatır mısınız? Ailenizin desteği ya da kösteği oldu mu bu maratonda?
- Annem Alman, babam Fransız'dı ve kömür madenlerinde çalışırdı, hiçbir zaman şarkı söylememe engel olmadılar. Zengin değildik ama eksiğimiz yoktu, öğrenciyken şarkı söylemeye başladım, annem beni hep destekledi, babam karışmadı, ancak öğrenci olduğum yıllarda okula gittiğim günlerin geceleri dışarı çıkmak istediğim vakit bırakmazlardı. O zamanlar yaşadığımız, Almanya sınırındaki Lorraine bölgesi sınırlarındaki Forbach kentinin barında cumartesi geceleri şarkı söylerdim. Annemin en büyük hayali, benim bir gün Almanya'da sahneye çıkmamdı. Ne yazık ki ünlü olduğumda hem annem, hem de babam ölmüştü... Forbach, Almanya sınırına yakın olduğu için hep iki kültürlü, iki lisanlı, iki ayrı dünyası olan biri olduğumu düşündü insanlar... Çok uğraştım ve sanatçı kişiliğimi kabul ettirdim, her şey yerli yerine oturdu.
Depardieu finanse etti
Hayatımdan memnunum. İlk zamanlar Edith Piaf'ın şarkılarını söylerdim, daha o günlerde sesimi Piaf'a benzetmeye başladılar. 1985'te ‘Jalouse’ adlı ilk 45'liğimi Gerard Depardieu finanse etti. Sonra 1987'de ‘Mademoiselle chante blues’ albümüm çıktı. 1988'de doldurduğum bir milyondan fazla satan ‘Mademoiselle Chante’ albümümle o yılın Müzik Başarı Ödülleri Yarışması'nda en iyi kadın sesi ödülüne layık görüldüm. 1990'da ‘Scene de vie’ adlı albümüm ile aynı yarışmada aynı ödülü aldım. Sonra sırasıyla ‘Je te dit vous’, ‘Dans ma chair’... Bu arada, Fransa'nın birçok kentinde verdiğim konserler dışında, sayısını bile aklımda tutmadığım birçok ülkeyi kapsayan iki dünya turnesi yaptım.
Peki Patricia, yeni konser programınıza Edit Piaf'ın ‘La vie en Rose’ şarkısıyla başlıyorsunuz, Marlene Dietrich'in ‘Lili Marleen’iyle devam ediyorsunuz, ardından diğer şarkılarınız geliyor. Şimdi ünlü olduğunuz halde bu sanatçıların şarkılarıyla başlamanız o yıllardan kafanızda yerleşen bir sembol mü? Konser için bu kez neden seksi kıyafetleri seçtiniz? Hayatı hep pembe mi görüyorsunuz, yoksa izleyicinin o özlemini yakaladığınızda onu mu kullanıyorsunuz?
- Dediğim gibi, doğru ya da yanlış, beni her zaman Edit Piaf'a benzetttiler ve benzetmeye devam ediyorlar. Ancak, ben kendime benzeyen, kendime ait bir şov yapıyorum. Piaf da, Dietrich de halka mal olmuş sanatçılar, onların bu şarkıları sesime uyuyorsa söylemem çok doğal. İzleyicinin özlemine gelince biz sanatçıların görevi o özlemi gidermek değil midir? Bu şarkıları söyleyince izleyicinin tepkisini görüyorum, salon alkıştan yıkılıyor, bunu sanatçı olarak görmezlikten gelemem, asıl o zaman izleyiciye ihanet ederim. Sanatçı belli kalıplarda kalırsa izleyicisinin de sıkabilir. Hayatı pembe mi görüyorum? Doğrusunu isterseniz bazen siyah bile gördüğüm oluyor.
Yeni şovumda bu şarkıların olmasının nedenine gelince, konserdeki dört bölüm sanat yaşamımın dört ayrı kesitini anlatıyor. İlk yıllarımda Kabare'de bu şarkıları söylerdim, şovun ilk sahnesi bu günleri anlatıyor. Sonra Kabare'den diskoya, gece kulübünden Blues söylediğim bara... Bu sahneleri ben önerdim, giysileri tek tek ben seçtim. Bazı kıyafetlerimin seksi olmasına gelince, ben hazırladığım şovun içeriğine uygun kıyafetler seçtim. Kabare'de kapalı bir gece elbisesiyle çıkacak değildim, hepimizin kafasında Kabare şarkıcısı denince o yeri en iyi anlatan uzun yırtmaçlı etek ve açık saçık olmayan fakat seksi giyinmiş bir şarkıcı yok mudur?
Bir şarkınızı ölen anne-babanıza ithaf ettiniz, sahnede bu şarkıyı söylerken neler hissediyorsunuz? Bu arada özel yaşamınıza girmişken, aşk hayatınızdan bahsetmek ister misiniz? Birlikte olduğunuz arkadaşınızla evlenmeyi düşünüyor musunuz?
- Hayatımız koşuşturmakla geçiyor, anne-babalarımızla aynı evde yaşasak bile onlara az vakit ayırıyoruz. Annemi ve babamı kaybettim. Onlara çok bağlıydım, bana çok destek oldular, üzüldüğüm, hayal kırıklığına uğradığım vakit yüreklendirdiler, eksikliklerini her zaman hissediyorum. Beş erkek, bir kız kardeşim var, onları sık görmeye çalışıyorum. Sahnede annemin alyansını takıyorum. ‘Entrer dans la Lumiere’ (Işıklara karışmak) adlı şarkımı onlara ithaf ettikten sonra inanın benim için anlamı değişti. İlginçtir, izeyicilerin de aynı duygularla şarkıyı dinlemeye başladıklarını hissetmeye başladım.
Özel yaşamıma gelince ben sanatçıyım, sanatçılar halka mal olmuş kişilerdir. Aşkımdan, sevdiğim insandan neden bahsetmeyeyim? Siz de biliyorsunuz zaten, Belçikalı şarkıcı Philippe Bergman'la birlikteyim, evli değiliz - zaten evliliğe hiç önem vermiyor - evlenmeyi de düşünmüyorum, birlikteyiz, mutluyuz. 31 yaşına bastım, beraberliğimiz dört yıldır sürüyor, gittiği kadar da sürdüreceğiz.
İstanbul’u unutamam
Modaya meraklı mısınız? Sizin için modacılar mı, yoksa tasarladıkları modeller mi önemli? Alışveriş yapmaya vakit buluyor musunuz?
- Hayattaki ilk tutkum müzik, sonra giyim, beni dünyanın en küçük kentinin çarşısına iki dakika salın mutlaka alacak bir kıyafet bulurum. Bendeki tipik kadınsı bir saplantı. Bir de başarılı, iftihar edeceğim birşey yaptığımda hemen bir hediye alır, ödüllendiririm kendimi. Modayı takip eder, giysilerimi ben seçerim, benim için modacılar değil yaptıkları modeller önemli. Yani çok ünlü olmayan bir stilistin yaptığı giysi güzelse hiç düşünmeden alırım. Daha önce neyi alacağımı arkadaşlarıma sorardım, şimdi bunun çok kötü bir şey olduğunu anlıyorum.
Mayıs'ta Türkiye'ye geliyorsunuz. Daha önce de İstanbul'da konser verdiniz, Türkiye denince aklınıza neler geliyor?
- İstanbul'u unutmam mümkün değil. Türkiye'den bahsedilince aklıma ilk gelen isim organizatör Erkan Özerman'dır. Ülkenizi onun sayesinde tanıdım. Türkiye'de çok sıcak karşılandım, bana çok yakın davrandılar. Özetle havası, denizi, insanları güzel bir ülkeniz var. Yine Özerman'ın organizasyonuyla 17-18-19 Mayıs'ta Ankara ve İstanbul'da konserler vereceğim. Ayrıca, Fransa konserlerim dışında Ağustos sonuna kadar Moskova, Saint Petersburg, Kiev, Vilnius, Bükreş, Varşova, Montreal, Quebec, Ottawa, Viyana ve Stokholm gibi birçok kentte konser vereceğim.
KONSERLERDE NELER YAŞADI NELER
BAKANLARA PROTESTO
Moskova'daki ilk konserimde ön taraf olduğu gibi generaller, bakanlar ve üst düzey yetkililerle doldurulmuş, halk ise salonun dibinde arka taraflara tıkıştırılmıştı. Ben söylerken arkadakiler söylüyor, coşuyor, öndekilerin ise kılı kıpırdamıyordu. Şarkıyı kestim ve öndekilerden katılmalarını istedim. Birbirlerine baktılar, 30 saniye kadar kımıldamaya çalıştılar, yine heykel kesildiler, baktım olmayacak, sahneden indim, arka tarafa halkın arasına geçtim ve konserin sonuna kadar orada kaldım.
KALÇAMI TUTMADILAR
Yine Moskova'da, bir gazeteci, Kızıl Ordu askerlerinin kolları üzerine uzanmış şekilde fotoğrafımı çekmek istedi. Birbirilerine baktılar beni havaya kaldırıp kolları üzerine yatırdılar ama kalçamı tutmak isteyen çıkmadı. Kıpkırmızı kesilmişlerdi, komutanları emir verinceye kadar kalçam boşta kaldı, bense kasıklarım çatlayıncaya kadar güldüğüm için fotoğraf uzun süre çekilemedi.
KONSER Mİ, TOPLANTI MI
Sahneye çıkamadan önce perdenin arkasında salonun dolu olup olmadığına bakma huyum var, Tokyo'da aynı şeyi yaptım gördüğüm manzara karşısında şaşırdım. Boş yer yoktu, ama insanların kafaları okudukları gazetelerden görünmüyordu, sanki bir işadamları toplantısına gelmişlerdi. Sahne açılınca alkışlamadılar, salondan çıt çıkmıyordu, şarkıya katılmaya davet ettiğimde ise ayağa kalktılar ve konser sonuna kadar sandalyeler üzerinde alkış tutup dansettiler.
UTANGAÇ TERCÜMAN
Yine Japonya'da tercümanımla bir mağazadan külotlu çorap almak istedim. Bir türlü kadın iç çamaşırı satılan bölüme gelmedi, dakikalarca ısrar ettim, erkeklerin o bölüme girmediğini onun için yardımcı olamayacağını söyledi. İhtiyacım vardı, ısrar ettim, başını önüne eğerek ve kan ter içinde kalarak tercümeyi yaptıktan sonra dışarı fırladı. Çok şaşırmıştım, ‘‘Herhalde Japonlar eşlerine iç çamaşırı almıyorlar’’ diye düşündüm.
ELBİSENİN AZİZLİĞİ
Vietnam'da sahnede seksi giyinmemem konusunda uyardılar. Ben de uzun, bej ince bir elbise giydim, ancak terleyince transparan olabileceğini düşünemedim. İki şarkı sonunda on bin kişinin doldurduğu salonda elbisem üzerime yapıştı adeta çırılçıplak gibi bütün hatlarım ortaya çıktı. Gençler hareketsiz kalmış, acayip sesler çıkarmaya başlamışlardı, konser sonunda kendimi zor içeri attım.