Aydın Doğan Vakfı da iki tasarımcıyı bu yıl ilk kez verdiği Moda Tasarımı Ödülü’ne değer buldu. Ödül gerekçesi "Uluslararası alanda Türk tekstil ve moda tasarımına yaratıcı, özgün, düzenli katkı." Ödüllerini 16 Nisan’da alacak iki genç, yaratıcı modacının hayat hikayeleri, herkesin ruhuna değecek kadar sizden, bizden.
Moda filozofu
ÖZLEM SÜERÜç kuşak İstanbullu bir ailenin, 16 erkek kuzenden sonra 1968’de dünyaya gelen ilk kız çocuğudur Özlem. O yüzden adı Özlem’dir zaten. Erkek kalabalığı yüksek bir ailede büyüdükten sonra, ortaokul ve liseyi kız lisesinde okuyarak
her iki cins arasındaki denklemi eşitler. Misket oynayan, ağaçlara tırmanan, evcilik oynayan bir çocukken, bunların ileride yaratıcılığını kamçılayacak tohumlar olduğunu o yaşlarda bilemez. İlk tasarımlarını, annesinin dikiş odasındaki artık kumaşlardan, bebekleri için yapar. Burda dergisinden çıkan patronları kırpar, dikiş iğnelerinin üzerinden zıplayarak kaçar. 5 yaşından itibaren babasının ertesi gün hangi takım elbiyi giyip, hangi kravatı takacağına o karar verir. Kumaş tutkusu yüzünden akşamları yatakta yorgana, çarşafa dokunmadan uyuyamamaktadır. Öğrendiği ilk rengi kimseler hatırlamazken, o bugün gibi hatırlar: Sarı. Üç yaşlarında giydiği akrilikten örülmüş sarı hırkası ve o hırkanın şeffaf düğmesi nedense hiç aklından çıkmaz.
Çocukluğundan beri güzel sanatlar ve felsefe hayatının hep odağındadır. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Tekstil Bölümü’ne girmesini de ailesi yadırgamaz bu yüzden. Okuldan mezun olduktan sonra, "Sanatın başka bir dalının müziğini duymak istiyorum" diyerek Mimar Sinan Üniversitesi’nde yüksek lisansa başlar. Diplomasını alır, üniversitenin akademik kadrosuna katılır. 1991’de araştırma görevlisi, 2000 sonrası yardımcı doçent olur. Akademik hayat onun için çok değerlidir ama gelecek karşısında savunmasız kalmamak için, stopaj kavramını bile bilmeden, bir gecede şirket kurmaya karar verir. Ofisi yoktur. O dönemde, "Sanatsal Özü Bakımından Giysinin Dili" konulu doktora tezini hazırlamaktadır. Tezinin sonuna, örnek eklemek ister. 40 parçalık bir koleksiyon hazırlar. Masrafını karşılayıp bir kısmını diker, bir kısmını diktirir. 300 davetiye bastırıp, dağıtır. Tophane-i Amire’de konuklarını beklemeye koyulur. Doktorasını oylayacak jüri de oradadır. O gece sektörden, üniversiteden, basından yaklaşık bin kişi gelir. O günkü şaşkınlığını hiç unutamaz: "Akademik hayattan tanınıyordum ama o gece o kadar kişi nasıl bunu duyup geldi bugün bile anlayabilmiş değilim." Defilenin sonunda sahneye çıkmak istemez. Zorla itildiğinde, sahne kenarında onu alkışlayan ailesi ve öğrencilerini görür. Gözüne giren podyum ışıklarının bir daha hiç çıkmayacağını o an anlar. Defilenin ertesi günü giysileri ne yapacağını hiç düşünmemiştir. Koyacak yeri yoktur. Tam üç gün küçücük otomobilinde elbise yığınıyla gezer. Sonunda bir atölye kiralar. Aynı zamanda evi ve ofisi buradadır artık. Kronik bir konsantrasyonla geceli gündüzlü çalışır. Tasarımın yüzde 50 sanat, yüzde 50 endüstri olduğuna inanmaktadır. İşin felsefesiyle ilgilendiği için, kendi kimliğini hissetme ve hissettirmeye yönelik tasarımlar yapar. 2002’de Düsseldorf’taki ilk kişisel defilesi aynı zamanda moda fuarının da açılış defilesidir. Anadolu’daki şifacıları anlatan bir enstalasyonla çıkar podyuma. Beyaz bir platformun üzerinde yükselen masaya, Zekeriya sofrası mantığıyla 41 bakır kap yerleştirir. İçlerine Anadolu’dan gelmiş şifalı bitkileri koyar. Bunun sadece bir açılış gösterisi olacağını düşündüğünden, hazırladığı kostümlere gelecek siparişlere hazırlıklı değildir. Ortadoğu’nun en büyük sipariş veren butiği, defileden çok etkilenince, yüklü bir liste verir.
Sonraki defilesinde Karadeniz’deki, alamana adı verilen balıkçı teknelerinin hikayesini anlatır. Dünyada aynı anda iki tekneyle denize açılan, birinden atıp diğerinden çeken başka denizcilik kültürü olmadığını duymuştur. Bu nedenle heyecanlandırır onu alamana. Bütün koleksiyonda Karadeniz’in dalgalarını, kadınının öyküsünü anlatır. Bu koleksiyonunu, hayatını dalgalar arasında yitiren denizcilere adar. Giysilerin kumaşlarını dikimden önce Karadeniz’in suyuna batırılıp, kurutmuştur.
Balık ağlarından yola çıkıp bu formda aksesuvarlar hazırlar, mankenlere tekne formundaki sandaletleri giydirir.
"Hayattaki en büyük keşfim okur yazar olmak. Hep edebiyata, felsefeye sarıldım, o yüzden yaptığım her işte bir kuram, bir öyküleme yaptım, işin içindeki filozofiyi keşfetmeye çalıştım" diye anlattığı yaklaşımıyla bugüne kadar Türkiye ve yurtdışında 25 defile gerçekleştirir. Her koleksiyonla yeniden doğar ve ölür. Onu taze tutup yenileyen, bu doğumlar ve lohusalık halidir belki de. Yaptığı işin işçisi olmayı önemser, bir dikişin mutlu bir kişinin elinden çıkıp çıkmadığını anlayacak kadar bu işin duygusunu hissetmekte iddialıdır. Sözünü giysilerle, renklerle, formlarla dile getirdiği için her yönünün bilindiğini, hiç gizlisi saklısı olmadığını, sırlarının ortaya saçıldığını düşünür. Bu yüzden hálá defile sonrası podyuma çıkarken mahcuptur.
Küçük bir atölyede başlayan serüveni şimdi, dev manolya ağaçlarının çevrelediği 650 metrekarelik Özlem Süer House Deluxe’da devam ediyor. İkinci derece tarihi eser olan binada, bir sırça köşk yaratıp, ekibiyle mutlu çalışma ütopyasını gerçekleştirdi. 25 kişilik ekibine yaklaşımını üç cümleyle özetlemişti: "Sağlığınız, tatiliniz, çocuklarınız beni ilgilendirsin. Birbirimizin gözünün içine bakmaktan korkmayalım ve her başarımızı birlikte kutlayalım." Tasarımları Londra, Moskova, Milano, Paris başta olmak üzere pek çok ülkede ve 60 butikte satılıyor. Ve o muhteşem kızıl saçlarıyla, içindeki derinliği keşfedip beslediği yaratıcılığıyla, naif bir moda filozofu olma yolunda kendi hikayesini yazıyor.
Yaşam onun kumaşı
ÜMİT ÜNALÇok kederli ev hanımı ile alkol sorunu olan terzi bir babanın 1969 yılında dünyaya gelen dört çocuğundan biridir Ümit Ünal. Annesine tapar. Bir gün okuldan eve döndüğünde annesini hüngür hüngür ağlarken bulur. Babası bu kez annesinin buzdolabını satmıştır. O güne kadar babasına sesini çıkarmayan anneci çocuk, hiddetle "Neden" diye sorduğunda, babası "Bir atölyemiz olacak buzdolabını satıp iki makine aldım" der. O gün o makinelerden de, tekstilden de nefret eder. Sonra güzel buzdolapları olacaktır ama annesinin o gün döktüğü gözyaşlarını hiç unutmayacaktır. 1984’de Hürriyet Çocuk Gazetesi’nin öykü yarışmasına katıldığında aldığı birincilik, annesinin mutluluktan uçtuğunu gördüğü gündür aynı zamanda. Ama annesiyle paylaştığı o günkü mutluluğu, okulda onun için yapılan kutlama töreninde yaşayamaz. Alkışlanmaktan, ona bakmalarından hoşlanmaz. Fark edilmek ve fark edilmemek arasındaki tercihleri, hayatta hiç peşini bırakmayacaktır zaten.
8 yaşından lise yıllarına kadar o hiç sevmediği atölyede babasıyla çalışır. Fermuar, tela, çıt çıt, kapsül lûgatındaki kelimelerdir. Kırmızı kurşun kalem ve çizgili beyaz kağıt onun için lükstür. Ama kumaş öyle değildir. Öğrendiği bütün şiirleri tükenmez kalemle, kumaşlara yazar. Yumurtaları kumaşlara sarıp, civciv çıkacak mı diye 21 gün masa altında bekletir. Yaşam onun için kumaştır. 16 yaşına geldiğinde, kağıt yerine kullanmaktansa kumaşlara şekil vermeye başlar. Hüzünlü bir çocuktur. Bir gün sınıfta yaprak resmi çizmeleri istendiğinde, sonbahar yaprağı çizer. Resim öğretmeni Suat Yaman, sıraların arasında gezerken onun resmini fark etmez, oysa bütün tutkusunu o yaprağa vermiştir, fark edilmemesine çok üzülür. Fakat öğretmeninin geriye doğru attığı adımla, "O yaprağa bakabilir miyim" demesi her şeyi bir anda değiştirir. İyi bir sanat dergisi okuru olan öğretmeni, o günden sonra hobisini öğrencisine de aşılar. Ünal, nefret ettiği konfeksiyon atölyesinde aşk ve sanatla bir şeyler yapabileceğini düşünmektedir artık.
Bir gün kitap fuarından aldığı, kaybolmuş uygarlıklarla ilgili kitaptaki fotoğrafları görünce büyülenir. Dakikalarca bakakalır. Fotoğraflardaki mağaralara astral seyahat eder. Kitaba öylesine tutkuyla bağlanır ki, İstanbul Üniversitesi’nde sanat tarihi ve arkeoloji okumasına kadar götürür onu. Babası arkeoloji seçimiyle "mezarcı" diye dalga geçerken, annesi her zamanki gibi kararını kutsar. Üç yıl üst üste bölüm birincisi olmasına rağmen, diploma sonrası tek iş alanının müzeler olduğunu fark edince hevesi kaçar. Üçüncü sınıfta bir arkadaşının "Yerin burası değil, güzel sanatlar" deyip iteklemesiyle sınavlara girer. Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi Tekstil Bölümü’nü kazanır. Yıllar sonra, babasının karşısına, "İstediğin oldu işte, ödüllü bir modacı oldum" diye çıktığında şu cevabı alır: "Senin modacı değil tekstilci olmanı istedim!"
O, modayı hiçbir zaman kendini ifade biçimi olarak görmez, modaya karşı bir sorumluluk hissetmez. Ama öğrendiği her şeyi kumaşa aktarabilmeyi, hayata karşı bir sorumluluk gibi görür. Zorunluluktan doğan bu mesleği, tutkuya dönüştürme şölenidir yaşam onun için. İlk koleksiyonu, 2001’de Düsseldorf’ta Himalaya’dır. Yere çıplak ayakla basanların samimiyetini göstermek ister koleksiyonunda. Yalınayak yürümeyi özleyenlere ithaf eder. Samimiyet ve sıradanlıktır vurgulamak istediği. Koyun postlarından etekler yapar, o etek uçlarına işlenmemiş pamuklar diker, kurumuş otları, çoraplara diker. Uzunca bir dönem hiç renk kullanmadığı ve hep üzgün koleksiyonlar hazırladığı için eleştirilir. Başkalarına beğendirmek değildir amacı. Bu onun hayatıdır. Neden eleştirip, hayatını elinden almak istediklerine şaşar. Üstelik kırmızı kalem ve çizgili kağıdı bile olmayan bir gencin, öğrendiği hayatı kumaşlarla sürdürmesinin diğerleri için ne sakıncası olabilir?
Çingeneleri anlattığı bir koleksiyonda herkesin yaptığı gibi Çingeneleri rengarenk değil, gri yansıtmak ister. Çünkü onların aidiyet hissi duyabilecekleri ve kendi ülkelerinin efendileri olabilecekleri bir toprakları yoktur. Nazi kamplarında Yahudiler gibi yakılmışlardır. Bu nedenle koleksiyonda griliğin arasında tek yerde kırmızı kullanır. Schindler’in Listesi isimli siyah beyaz filmdeki kırmızı paltolu küçük kız sahnesine göndermedir o kırmızı kostüm. Himalaya ile başlayan karamsar tablo, babasının ölümüne kadar sürer. Babil ismini verdiği koleksiyonu, babasına vedasıdır. Babil kralı, eşi için asma bahçelerinden yapay bir cennet oluşturmuştu. O da bu koleksiyonla babasını işte bu cennete gönderir. Kumaşlarda o cenneti anlatmaya koyulur. Babasının ölümüyle trajedilere veda ederken, ilk renkli koleksiyonu La Russia’yı hazırlar.
Ülkesinin çamuru pantolon paçasına değmezse mutsuz olan ve gençliğinde gümüş olmak istediği için yüzünü, gözünü, saçını gümüşe boyayarak sokaklarda dolaşan bu genç adam, bugün başarılarını görünmez yaldızlarla üzerinde taşıyor. Şimdi ona bakanlar gençliğindeki gibi "deli" demek yerine, alkışlıyor, ödül veriyor.