Güncelleme Tarihi:
1991’de başladı avukatlığım. Ama tam avukatlık hiç yapamadım. Aktif siyasetin içindeydim. Bir-iki defa içeri alındım. Dev-Yol, Dev-Sol gibi yedi sekiz dosyada adım geçmesine rağmen tam bir şey yükleyemediler.
Daha sonra ÖDP yeni kurulmuştu, partinin genel başkan yardımcısıydım. Ölüm oruçlarının olduğu bir dönemdi. 1996 temmuzunda, Ankara’da, Kızılay’da yürürken yanımızdan iki sivil geçmiş, oradaki Çevik Kuvvet’e beni göstermiş. 15-20 polis birden beni coplamaya başladı. Yüzüm gözüm dağıldı, kafatasım, burnum kırıldı. Öldü diye bırakmışlar. Birkaç ameliyat geçirdim. Ama beyin travmasının etkileri sonradan çıktı:
Migren, uykusuzluk hastalığının ilk işaretleri.
1998’de Londra’da Medical Foundation İşkence Mağdurları Tedavi Merkezi’ne gidip tedaviye girdim. Sanki dünya haritasıydı orası. Filipinler, Şili, Nepal, Afrika’dan insanlar gelmişti. Birinin kafasının yarısı yok, birinin gözü yok. Doktorum John, 10 aylık tedaviden sonra “Dönme, hazır değilsin” dedi. 2000’de tekrar rahatsızlanınca Londra’ya geri gittim. Ondan sonra uzun süreli kaldım. Toplam 12 yıl kadar oldu. Yüzde 80 iyiyim.
Hayatımda dönüm noktası, o polis kazası! Bir açıdan minnettarım onlara. Hani gülerek söylüyorum ama polisler öyle yapmasaydı belki başka bir şey olacaktım.
UYKUYA ÖZLEM
İngiltere’de ilk hallettiğim, dil oldu. İki ayrı yeminli tercümanlık diploması aldım. Cambrigde Üniversitesi’nde roman incelemeleri üzerine bir yıllık bir programa katıldım.
Aslında iki romanımda da uykuya ve rüyaya özlem var. Tabii, hikayede hissedilmiyor bu. Uyuyamadığım zamanlarda yazıyordum. İki-üç
yıldır iyi uykularım. Ama rüya göremiyorum. ‘Kuzey’de sonradan kör olan bir adam rüya görememeye başlıyor, Kuzey’e doğru yola çıkıyor. Rastladığı herkesten bir rüya
alıyor, karşılığında bir eşya veriyor.
‘Kuzey’de masalla felsefe dilini birleştirdim. Kurguda klasik yöntem masal masal içindedir. ‘Binbir Gece Masalları’nda bir zarf açarsın, içinden bir masal çıkar. Ama bir masal en fazla bir öncekiyle bağlantılıdır. Ben bu hikâyede çok farklı olayları iç içe geçirip, hepsini felsefi derinliğinde bağladım. Bir tür bilimkurgu dünyasını, fantastik olmaktan öte gerçekçi bir tarihsel bilim kurguya taşıdım.
ÖDÜL
Yaşar Kemal ve Marquez ile kıyas
Gazeteciler Cemiyeti’nden aradılar, Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nün bana verildiğini söylediler. Arayan, “Bu ödülü alan en genç kişisiniz” dedi. “Emin misiniz? Yaşım 46” dedim. Bu ödülün kıstaslarından biri, yazarın en az birkaç kitap yayınlaması, yani olgun yazar olması. Bu benim için sevindirici ama bir yandan da ürkütücü. ‘Masumlar’ romanımın anlatım biçiminde özellikle Yaşar Kemal ve Marquez isimleri çok anıldı. Yaşar Kemal’le ya da Marquez’le kıyaslanmak beni yüceltir.
TÜRKAN ŞORAY
Aşkın en güzeli dile gelmeyeni
Foucault, “Çağımızda cinsellik kışkırtılan bir şey” der. Bugün artık aşk da kışkırtılan bir şey haline geldi. Aşkın yokluğundan ziyade her yerden sapır sapır döküldüğü bir ortamda yaşıyoruz. ‘Masumlar’ romanımı yazarken internetten Türkan Şoray’ın bir söyleşisini okumuştum. “Aşkın en güzeli dile gelmeyenidir” diyordu. “Tamam” dedim, bu mottoyu devam ettireyim. Spot ışıkları aşkın üzerinde ama kelime olarak aşk yok. Onu söylemeyerek çoğaltan bir dil var ‘Masumlar’da. İki kahramanın birbirlerini sevdiklerini hissediyoruz ama bunu hiç dile getirmiyorlar! ‘Masumlar’, 400-500 sayfa olabilecek bir kitaptı. Ama rahat okunsun, hızlı okunduğu için daha sonra tekrar okunma duygusu yaratsın istedim. Marquez’in, ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ ile Salinger’in, ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ romanlarındaki tekniği kullanarak kaleme aldım. 20 ayrı hikayeyi tek bir merkezde buluşturarak bir geçmişe gidip bugüne gelmek, bir geleceği gidip bugüne gelmek gibi yöntemlerle yazdım. Masumlar, Kuzey’den daha ince ama onda daha fazla hikaye var. “Ansiklopedik roman” diyenler oldu. “Bundan sonra roman yazmazsınız. Yazmadığınız bir şey kalmamış” yorumları geldi. ‘Kuzey’de de aynı şeyleri söylemişlerdi. Ama benim açımdan hikaye bulmak diye bir sorun yok. Kafamın içinde en az 20 roman yazabilecek hikaye var. Yeter ki masa başına oturayım. Şu anda üçüncü romanımı yazıyorum.
ÜNİVERSİTE
Dilekçe verince gözaltına alındım
Üniversite sınavında kazanabileceğim yerleri yazdım. Hukuk fakültesi özel bir seçim değildi. İstanbul’da bir-iki yıl çok bocaladım. 12 Eylül dönemi. En sonunda İslamcıların, Kocamustafapaşa’daki yurdunda yer buldum. Tek şartları vardı, beş vakit namaz. İkinci yıl bir gözaltı olayıyla devlet yurdundan attılar beni. 12 Eylül sonrasıydı. Dekana sınav sistemiyle ilgili dilekçe vermiştik. Şanssızlığımız dekanın anayasanın mimarı Orhan Aldıkaçtı olmasıydı! Doğrudan emniyeti aradı, 15-20 kişiyi gözaltına aldılar. Üç hafta kaldım gözaltında. İşkenceyle de tanıştım.
KEWE ANA
Çocukluk masallarını kaydettim
Haymana’nın Şeyhhanı köyünde doğdum. Sosyal anlamda Kürtçe ana dildir. Annem hep “Kewe Ana bir gün şunu anlattı” der öyle başlardı annesinden dinlediklerini anlatmaya. 10 yıl kadar önce küçükken dinlediğim masalları, türküleri kaydettim. Gittiğim söyleşilerde Kewe Ana’nın bir türküsünü dinlemek istiyorlar. Tabii söylemiyorum, kayıtları şimdilik hazine sandığımda.
DİN
Sol ilahiyatı zihin açan bir tartışma
Sol ilahiyat tartışması bir düzlem. Bir, İslami söylem hep egemenlerden yana mı olacak? Din yoksullardan, ezilenlerden yana olmayacak mı? Geleneksel din algısına sahip insanlara bu soruyu sordurmak. İki, sol açısından din meselesi sadece Tanrı’yı tanıyıp tanımamak meselesi mi? Din sosyolojik bir olguysa buna dair tartışmalara ağırlık vermek gerekmiyor mu? Amerikan hayranı İslamcılığa sahip bir din adamıyla Şeyh Bedrettin, ikisi de benzer dini referanslardan yola çıkıyor. Ama farklı yerlere varıyorlar. Sol ilahiyat tartışması bu türlü bir kanala doğru zihin açmayı öneren bir tartışma. Önümüzdeki 10-15 yılın en önemli tartışma konularından biri olacak.
KADINLAR
Kurtuluşumuzu onlara bağlıyorum
Erich Fromm’un teorisi: Kadınlar doğurdukları için kendilerini aşabiliyor. Erkekler doğuramadığı için sanat yaparak kendilerini aşmaya çalışıyor. Kadınlar kısmı çok doğru olmayabilir. O zaman kadınların sanat yapmaya ihtiyacı yok gibi bir sonuca varırız. Ben de bir erkek olarak kendimi yeniden var ettiğimi hissediyorum yazarak. Ne zaman yazarsam yazayım hep aklıma yoksul insanlar geliyor. Bir de bunu daha çok kadınlar üzerinden yapıyorum. Ursula K. Le Guin, kadın imgesini bütün ezilme biçimlerinin simgesi gibi kullanyor. Benim açımdan da aynı şey geçerli. Özellikle ‘Kuzey’de bütün insanlığın kurtuluşu bir kadınlar ordusuna bağlanıyor.
DEVRİMCİLİK
Şiir benim için ulu bir şey
Aldığım İslami eğitimin birikimimdeki etkisi büyük. 10-15 yıldır da İslam felsefesi çalışıyorum. Polatlı’da, 7 yaşından 15 yaşına kadar seve seve gittim dini eğitime. Kur’an
kursları, özel hocalar,
son iki yılındaysa Diyanet’e bağlı özel bir program vardı. Tam da 12 Eylül öncesi. Bütün
aile, abilerim devrimciydi. İyi olan herkes
devrimci gibi görünüyordu bana. 1978 ya da 1979... “Abi bana devrimci kitap ver” dedim. Abim de Özdemir Asaf ve Enver Gökçe’nin şiir kitaplarını getirdi. Devrimcilik şiir sevmek, hayata sahip çıkmak diye bende bir imge oluştu. O yüzden daha o yaştan o kitaplarla birlikte şiir ezberlemeye başladım. Şiir de yazıyordum da zaten. Hatta iki şiir ödülüm var. Biri Ankara Üniversitesi’nin, diğeri de İTÜ’nün açtığı yarışmalardı. İstanbul’dakinin seçici kurulunda Melih Cevdet vardı. Hâlâ şiirin daha yüce olduğunu düşünüyorum. Şiir benim için ulu bir şey.