Güncelleme Tarihi:
Bu kez Broadway’de hikâyesini kendi ağzından anlatacak.
Hayes’i tek kişilik şovu öncesi Los Angeles’ta bulduk, bir dokunup bin ah işittik. Meğer asıl mağdurun o olduğunu, kendisinin gerçek bir Türk dostu olduğunu öğrendik
Gençliğinde yaşadığı 15 dakika kursağında kalan, yaşı ilerledikçe teybi daha sık başa sarmaya başlayan, o meşhur hikâyesini uzun uzun anlatan figürler vardır. Türkiye imajına sürülmüş, çiteledikçe çıkmayan ‘Midnight Express’ lekesinin baş kahramanı Billy Hayes, biraz böyle biri. Anlattıkça anlatıyor. Durmadan, duraksamadan. Nasıl da Oliver Stone yüzünden hayatının karardığını, yıllardır ‘yanlış anlaşmayı’ düzeltmek için çabaladığını... Asıl soru şu: Hayes, aslında Türklerin hiç bilmediği ezeli bir dostu mu yoksa hâlâ 15 dakikalık şöhretinin peşindeki bir figür mi? Yanıt için hattın diğer ucundaki sese kulak verelim...
Röportaj talebi için mail’leşirken yaraların artık kabuk bağladığından, meseleyi daha farkı gördüğünüzden bahsetmiştiniz. Yıllar içinde ne değişti?
- ‘Midnight Express’ yüzünden yıllarca Türkiye’ye büyük haksızlık yapıldı ve bundan dolayı kendimi sorumlu hissediyordum. Başıma gelenleri anlattığım bir hikâyem, kontrolüm dışında bambaşka bir şeye dönüştü. Değişen bu.
Türkiye yıllarca ‘Midnight Express’ imajını düzeltmek için çabaladı durdu. Tam unutuldu derken, siz şimdi kalkmış bir Broadway şovuyla hikâyeyi başa sarıyorsunuz...
- Hayır, hayır, yanlış anlaşılmasın. Bu kez hikâyenin aslını anlatmak için sahneye çıkacağım.
YAKTIN BENİ OLIVER!
Nedir işin aslı?
- Bakın, benim kitabımla o film arasında dağlar kadar fark var. Evet, İstanbul’a gelip kilo kilo esrar alıyordum, sonra da ülkeme sokup arkadaşlarıma satıyordum. 70’lerin Avrupası’nda uyuşturucu ticareti için İstanbul’dan daha uygun bir şehir yoktu. Şansa bak üçüncüsünde yakalandım! Başıma gelenlerin tamamı benim hatam. Türkleri suçlayacak halim yok. Ama mahkemede, filmdeki gibi, Türklere ana avrat küfür etmedim. Aksine Türklerin ‘aslında’ iyi insanlar olduğunu, aralarında bana yardım edenler olduğunu bile söyledim. Filmde gördüğünüz işkence sahnelerinin çoğu yaşanmadı. Oliver’ın (Stone) senaryosu sağ olsun beni dünyanın en büyük Türk düşmanı, Türkleri de dünyanın en barbar insanı gibi gösterdi.
Kitabın da pek masum bir dili olduğu söylenemez ama...
- Yıllarca aynı şeyi söyledim durdum: Evet, Türk hapishanesi iyi bir yer değil. Ama hiçbir ülkede hapishane iyi bir yer değil. Zulüm, zorbalık dünyanın tüm hapishanelerinde var. İngiltere’de, ABD’de, hatta Danimarka’da da. İnsanları hayata döndürmek değil, aksine daha dibe tekmelemek için uğraşırlar. ‘Looser’ hissetmen için elinden geleni yaparlar. Başka bir ülkede hapishaneye düşsem başıma benzer şeyler gelirdi.
Peki, film kitaba nazaran neden daha sert, daha ‘Türk düşmanı’ydı? Stone kimi yakmak istedi? Sizi mi, Türkleri mi?
- Oliver o zamanlar hayata öfkeli ve küskün bir adamdı. Senaryoları kabul görmüyordu, ciddi bunalımdaydı. Çok provaktif, çok konuşulacak bir malzemeye ihtiyacı vardı. ‘Midnight Express’a cevher bulmuşçasına sarıldı. Beni Los Angeles’a çağırdı.
Bir hafta boyunca otel odasından çıkmadan çalıştık.
Filmin hayatınızı bitirdiğini iddia ediyorsunuz ama hikâye gözünüzün önünde başka bir forma dönüşürken belli ki müdahale etmediniz, çıkıp da bir şey demediniz...
- Kitabın film haklarını satarken avukatıma haklarımı sordum, “Hiçbir hakkın yok. Bu işten para kazandığına şükret” dedi. Haksız bir anlaşmaydı. Ama para pul yok, iş güç yok. Yıllardır kaçak yaşamışım. Mecbur kabul ettim. Hayatımı gözlerim önünde katletmelerini izledim. Bugün bir Orhan Pamuk’un, Stephen King’in romanına böyle bir müdahale tabii ki yapamazlar. Ne kadar güçlü ve etkin yazarlar olduğu ortada.
BU ŞÖHRETİ KİM İSTER?
Filmi ilk izlediğiniz zamanı hatırlıyor musunuz?
- Alan (Parker) beni Brooklyn’de sadece entelektüel filmlerin gösterildiği bir sinema salonuna çağırdı. Koca salonda ikimiz vardık. Film bittiğinde nefes alamayacak gibi oldum, midem hiç bu kadar tuhaf bulanmamıştı. Kendimi dışarı zor attım. Nefes almakta zorlanıyordum. Çok sert geldi.
Sonra?
- Asıl kâbus başladı. Günah keçisi ilan edildim. Asla söylemediğim laflar, benim ağzımdan çıkmış gibi yansıdı tüm dünyaya.
Kazandığınız şan şöhrete, para pula bakılırsa pek de dünya başınıza yıkılmış bir durum yok sanki...
- İnanın, bu yıllarca taşımaktan gurur duyacağınız bir şan şöhret değil.
Hikâyeyi bir de benden dinleyin
Broadway şovunun kitaptan, filmden farkı ne olacak?
- Film kitapta anlatılan hikâyeyi tamamen farklı bir yere çekince oturdum iki kitap daha yazdım. ‘Midnight Return: Escaping Midnight Express’de kaçtıktan ve film çıktıktan sonra başıma gelenleri anlattım. ‘The Midnight Express Letters: From a Turkish Prison 1970-1975’ ise hapishanedeyken aileme, kız arkadaşıma yazdığım mektuplardan ibaretti. Kimsenin bu üç kitabı peş peşe okuyacak hali yok. Ben de kendi ‘Midnight Express’imi anlatmak adına, üç kitabı tek kişilik bir şovla özetlemeye karar verdim.
Türkiye için kâbus geri mi dönüyor yoksa?
- Tek derdim hikâyemi olduğu gibi anlatmak. Kitabı sinemaya uyarlayan Oliver Stone 2004’te olayı çarpıttığını itiraf etti, kalktı Türkiye’den özür diledi. Bu şov da benim kendimi müdafaa biçimim. Şovu Türklerin de izlemesini, hatta mümkünse Türkiye’de oynamayı bile çok isterim.
Peki, iş işten geçmedi mi artık? Kitap üstüne kitap, şov üstüne şov... Neden bu çaba? Misal, para için yaptığınızı düşünen çok...
- Öncelikle ben bir yazarım ve bir yazarın başından geçenleri yazması kadar daha doğal bir şey olamaz. İtham altında yaşamak her gün daha da zorlaşıyor. Ve insan kendini anlatmadan acısını hafifletemiyor.
Bu bitmek bitmeyen vicdan azabının ‘Yazmaz olaydım’ noktasına dayandığı oldu mu?
- Yazmaz olaydım değil de ‘Keşke çekilmeseymiş’ dediğim çok oldu.
Bana yardım eli uzatan tek Türk Ahmet Ertegün’dür
Midnight Express vakasından sonra kaç kez İstanbul’a geldiniz?
- İstanbul’a gelmeyi çok istedim, gözümde tüttü ama biliyorsunuz, uzun süre adım teröristlerin arasında kara listedeydi. Sadece bir kere gelebildim o da 2007’de, 2’nci İstanbul Demokrasi ve Küresel Güvenlik Konferansı’na konuşmacı olarak katıldım.
Bizzat davet mi edildiniz?
- Pek sayılmaz. 2006’da Ahmet Ertegün’le tanışma şansım oldu. Ona filmden sonra yaşadığım zorlukları anlattım. Hislerimin samimiyetine inandı. Yardım etmek istedi. Planı beni Türkiye’ye getirmek ve televizyona çıkarmaktı. Röportaj yapacaktı benimle. İstanbul’a bir konferans için gidecekti. Ömrü yetmedi. Ama benim gitmeme ön ayak oldu.
Kaç gün kaldınız, neler yaşadınız?
- Üç-dört gün kadar. Olabildiği kadar fazla insana duyurmaya çalıştım sesimi. Bir yandan İstanbul ile hasret giderdim. Hasretle Sultanahmet’te dolaştım, Galata Kulesi’ne baktım, Boğaz’ı kokladım. 24 saat boyunca bana eşlik eden bir polis vardı yanımda. Arada kulağıma “Memleketin en nefret edilen adamlarından birisin, biliyorsun değil mi?” diye fısıldayıp duruyordu.
Hiç Türk arkadaşınız oldu mu şu hayatta?
- Olmaz olur mu? Uyuşturucu alıp satmak için İstanbul’a gelip gittiğim yıllarda çok Türkle tanıştım. Bazılarıyla yakın arkadaş oldum. Özellikle de bana uyuşturucu satan adamın sevgilisiyle ve her daim şöforlüğümü yapan taksiciyle. Çok naif, çok tatlı insanlardı.
Filmden sonra?
- Maalesef, hayır. En çok da buna üzülüyorum. Filmi izlesen tanıştığım tüm Türklerin barbar, zalim, canavar bulduğumu zannedersin. Aslında hiç de öyle değildi. Hatta birçok hapishane arkadaşım oldu. 2007’de İstanbul’dayken başımdan geçen ilginç bir hikaye var: Polis kontrolünde sokaklarda dolaşırken bir muhallebiye takıldı gözüm. İçeri girdim. Baktım, duvarlarda boy boy ‘Midnight Express’ ile ilgili haber kupürleri... Meğer sahibi mahpus arkadaşımmış, kitapta kendisinden bahsettim diye sevinmiş, haberleri çerçeveletip asmış. Evet, böyle Türkler de var!