Bir maç günüydü. Sonu hüsranla bitti ama başlangıcı heyecanlıydı. Ben de gördüm. O günlerde evin komün haline gelen halini. Komik. Kimileri ön kapıdan giriyor zili çalıp, kimileri bahçe kapısından langur lungur. Herkes alışmış, nerede pozisyon alacak, nerede ne bulacak biliyor. Kimi mutfağa girip kahvesini yapıyor, çayını alıyor, kimi koltuğa yayılıp sigarasını tüttürüyor. Tek yasak, dev ekranın önünden geçmek. Göze alabilirsen sürünebilirsin! Ev sahibi bu görüntüden mutlu. Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti stadyumlarından bile kötü, bir tek kadın bile yok. Bir kendimi bir de Zeytin'i saymıyorum. Cinsiyetimiz tutuyor da, türümüz farklı. O, bir dişi kedi. Ve ikametgahı Hıncal Uluç'un boynu. Adının Zeytin olmasının sebebi Zeytinburnu'nda bulunmuş olması. Tavana asılı kuşlarla arası iyi. Maviden ziyade yeşili tercih eden biri Hıncal Uluç. Su gören bir evde oturma hayalleri hiç olmamış. Bahçe ona yetiyor. Emekli olduktan sonra Güney'e yerleşme hayalleri de yok. O bir şehir adamı. Şu an oturduğu evde emekli olacak ve roman yazacak. Ama ne zaman emekli olacak diye sormaya kalkarsınız ha ha ha yanılırsınız, hiç niyeti yok, mesleğinin altın çağını yaşıyor. Üç gazeteden teklif almış. Görmediği, duymadığı, hayalini bile kuramadığı paralar teklif edilmiş. Umrunda olmamış. Yani şimdilik. Sonrası ne olur, Allah kerim.
Bugün karşı karşıya olduğumuz Hıncal Uluç'un 100'de kaçı kendiliğinden, 100'de kaçı kurgu?
- Valla, kurgu bölümü çok. Mesela bir Hıncal Uluç kahkahası var değil mi? Komedyenlerin de yardımıyla Türkiye beni o kahkahamla tanıyor. Oysa ben dünyanın en az gülen, en suratsız, en mendebur, en sevimsiz adamıydım. Ben gülmeyi kendi kendime öğrendim...
Nasıl yani?
- Basbayağı. Aynanın karşısına geçip çalıştım. Kendime ‘‘Oğlum gülmen gerekiyor’’ dedim.
Siz niye hiç gülmüyordunuz?
- İçimden gelmiyordu. ‘‘Bari, maske olarak gülmeye başla’’ dedim. Herald Tribune'de okumuştum, ‘‘Zorlayın kendinizi’’ diyordu, ‘‘alışırsınız.’’ Benim ilk gülüşlerim sahte yani.
Sonra?
- E sonra, hayata gülmeye başladım. En ciddi şeylere bile gülebiliyorum artık. Ama bu tamamen kurgu bir başlangıç. Çok şeyi yönlendirdim ben kendimde. Karakterimin belli başlı bütün noktalarını kendimi zorlayarak, kendimi güderek başarmışımdır.
Başka neler mesela? Eskiden daha kompleksliydiniz de, şimdi değil misiniz?
- Tabii. Kompleksliydim. Her şeyi kendime dert ederdim. Melankolik bir tiptim. Kötümserdim. Hiçbir şeyi beğenmezdim. Hayatı kahırla geçen bir adamdım yani. Tüm bunları kendi çabalarımla değiştirdim. Ondan sonra da insanın en büyük zaferinin kendi kendini yenmesi olduğunu öğrendim. Hálá bu zevki tatmaya devam ediyorum.
Kendisini sürekli ameliyat masasına yatıran bir Hıncal Uluç yani.
- Aynen. Bu böyle değil, şöyle olacak. Hayata öyle değil, böyle bakılacak. Bakıyorsun sonunda. İlk sevgilim beni terk edip gittiğinde neredeyse intihar edecektim. Şimdi bir kız beni terk edince ‘‘Valla keyfi bilir’’ diyorum, ‘‘Onun gibi yüzlercesi var, ama benden bir tane.’’
Sizin hayatınızda iki duygu da çok önemli: Sevgi ve nefret. Hem siz öylesiniz, sevginiz sevgi, dibine kadar yani, nefretiniz de nefret. Hem de size karşı beslenen duygular öyle. Çok sevenler ve nefret edenler var. Kefesiz terazi durumları yani. Dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
-Doğru, sevenlerim de nefret edenlerim de çok. Ama benim bir denge kurma derdim yok. Telefon, mektup zahmetli işlerdi, oysa şimdi internet var insanlar cırt diye tepkilerini yazıyorlar. Okuyorum. Adam, ‘‘Sizden yıllar yılı nefret etmiştim. Niye nefret ettiğimi de bilmiyorum. Sonra günün birinde sizi sevmeye başladım’’ diyor ama ‘‘Size karşı nötrüm’’ demiyor. Kendi hayatımda ise nefret, yendiğim duygular arasında. Nefret ettiğim insanların sayısı yeryüzünde 3. Yapılmaması gereken ayıpları yaptılar, aşağılık tavırlarını sürdürmeye devam da ediyorlar. Ben de o üç pislikten nefret ediyorum.
Bir konuda size hiç katılmayan, başka bir konuda aynen öyle düşündüğünü söylüyor. Bunu ayarlayan siz misiniz? Yoksa kendiliğinden mi oluyor?
- Tamamen kendiliğinden. Ben lafları evirip çevirmiyorum, köşelerini kırpmıyorum, ‘‘Böyle dersem şu alınır, şöyle dersem bu’’ yapmıyorum. Meseleyi bu kadar net koyduğun zaman, bazılarının düşüncelerine tıpatıp oturuyorsun, bazılarını da çıldırtıyorsun. Ama şunu biliyorum, yuvarlak laf okumaktan bıktı insanlar...
Peki gıcıklık yapmak için, kontra durmak için, orijinal olmak için, şaşırtmak için, diğerlerine benzememek için özel hamleler yaptığınız oluyor mu?
- Hayır. Ama ‘‘Olaylar her zaman sizin gördüğünüz gibi olmayabilir’’ mesajı vermeye çalışıyorum. Kafan böyle çalıştığı zaman da, iş bazen şeytanın avukatlığına dönüyor...
Yani bir dolu insanın yazdığı açının tam tersini yazmaya çalışıyorsunuz.
- Kontra düşmek için yapmıyorum. Kendi düşüncelerim neyse onları yazıyorum. Ama bir dolu insan ‘‘ak’’ derken, ben tek başıma ‘‘kara’’ diyorsam o ‘‘kara’’yı çok şiddetli söylüyorum. ‘‘Karaaaa’’ diye bağırıyorum. Daha yumuşak yazabilecekken, yazmıyorum. E karşında 80 kişi var, dinsizin hakkından imansız gelir.
Bir yazıyı bitirdiniz, klavyeden parmaklarınızı kaldırdınız. Olacakları öngördüğünüz, sinsi sinsi güldüğünüz oluyor mu?
- Çaylaklık dönemlerimde olurdu. Yazının etkilerini düşünürdüm. Bazen üzülerek, bazen keyifle, bazen hırsla, bazen de sadistçe bir zevkle. Ama şimdi yazıyı bitirdiğim zaman, o yazıyla ikinci karşılaşmam sabah 7:30'da gazetemi okurken oluyor.
‘‘Şu cümleyi de şöyle kursaydım’’ filan dediğiniz...
- Hayır, hiç. ‘‘Ne güzel yazmışım’’ diyorum. Bana diyorlar ki, ‘‘Sabah'ı alır almaz ilk işimiz sizi okumak.’’ ‘‘Benim de öyle!’’ diyorum.
Yaptığınız işi nasıl tanımlıyorsunuz? Sadece köşe yazarlığı mı yoksa daha fazlası mı?
- Kendi hayatımın yorumcusuyum ben. AK Parti mesela, benim hayatımı ilgilendirdiği ölçüde, köşemin konusu. Büyük iddialarla yazmıyorum ben. Vatandaş Hıncal Uluç'u ne kadar ilgilendiriyorsa herhangi bir mesele, o ölçüde yazıyorum. Spor, siyaset,
sinema, seks, aklına ne gelirse. Yazdıklarım, kişisel yaşam izlenimlerim.
Özerk bir cumhuriyet haline geldiniz. Çalıştığınız yerin üstünde, herkes için yazan bir gazeteci konumdasınız. Formülü nedir?
- Gazeteciliğin birinci gününden itibaren yöneticilerime ve patronlarıma tek bir şart öne sürdüm: Yazılarıma karışmayın. ‘‘Yok bizim siyasal görüşümüzdür, ekonomik görüşümüzdür, sen bu gazetenin yazarını eleştiremezsin’’ demeyin. Bunları yapmazsanız benimle ilgili hiçbir sıkıntınız olmaz. Kaç para vereceksiniz gibi şeyler de konuşmadım. Hiçbir gazete yöneticisi veya patronu ‘‘Hıncal bizden şunu talep etti’’ diyemez. Beni kovdukları zaman tazminatlarımı bile istememişimdir. O günden bugüne kadar da ben hiçbir gazeteden ayrılmadım zaten. Ya kovuldum ya gazete kapandı. Bunun bir üçüncü şıkkı yok. Bu kadar açık yürekli olunca, işi de iyi yapınca seni kimse rahatsız etmiyor.
Gazetecilik merak etme sanatı. En çok hangi alandaki şeyleri merak edersiniz? Bilim, insan ilişkileri, kadın...
- Her şeyi merak ederim ben. Zaten gazeteciliğin bir uzmanlık dalı olduğuna inanmıyorum. Gazeteci, gazetecidir. Bügün polis adliye haberi yaparsın, ertesi gün bir tiyatroya gider, yazarsın. Ama uzmanların yazdıkları yazıları da, kendi ilgi alanımdaysa, büyük bir zevkle okurum. Evin İlyasoğlu'na bayılıyorum mesela. Ama Evin İlyasoğlu yazıyor diye benim de aynı konseri yazmamam diye bir şey yok. O bir müzik eleştirmeni kültürü ve bilgisiyle oturuyor orada, ben de konserin verildiği dünya halkından biri olarak...
Hayatta neleri hafife alırsınız neleri çok ciddiye alırsınız?
- Bir zamanlar her şeyi ciddiye alırdım. Şimdi ciddiye aldığım tek şey sağlıklı olmak ve hayatta kalmak. Gerisini geçiniz.
Zaman zaman aynanın karşısına geçip baktığınızda, Hıncal Uluç'un sizi korkuttuğu, ürküttüğü oluyor mu? Paniğe kapılıyor musunuz yani? Yoksa ‘‘Şu gördüğüm adam benim bu hayatta tanıdığım en dürüst, en şahane insan!’’ mı diyorsunuz?
- Son zamanlarda paniğe kapılıyorum. Aynadaki adama ‘‘Ulan amma da yaşlanmışsın!’’ diyorum. Çünkü benim kafadaki adamla aynada gördüğüm adamın arasında 40 yaş filan var.
BENİM BİR MÜRİTLER GRUBUM OLUŞTU ŞUNU GİDİN YAPIN DEDİĞİMDE YAPIYORLARBir yazı yazdınız. Türkiye'nin Nez adında bir starı oldu. Daha sonra o star, sizin arkadaşınızın elinden kaçtı ve kendi başına var olmaya çalıştı. Bunun üzerine, yerine başkaları kondu. Tabloya baktığımızda muazzam bir güç var. Var ediyor, yok ediyor, yerine koyuyor. Ve bütün bunların karşılığı yok. Nasıl ulaştınız böyle bir güce?
- Şöyle bir şansım var benim: Doğru zamanlarda doğru şeyleri söylemek. Ben bir şey yapmadım yani. Koşullar hazırdı. Nez hakikaten olağanüstü güzel bir şov yapıyordu.
İyi de onu bir dolu kişi gördü yazmayı siz akıl ettiniz...
- Benim bir müritler grubum oluştu. Bu gerçek. ‘‘Şunu gidin yapın’’ dediğimde gidip yapıyorlar. Ama bir şey tavsiye ederken eskisine göre çok daha seçici ve dikkatliyim. ‘‘Şu kitabı alıp okuyun’’ dediğimde, ‘‘Hadi be, bu kitap da okunur mu?’’ derlerse fena. Nez'de her şey hazırdı. ‘‘Bu kızı görün’’ dediğimde, gidip görenler ‘‘Haklıymışsın’’ dedi. Olmayan bir şeyi lanse etmedim yani. Ben yapmasam başkası yapacaktı.
MURAT BİRSEL’E AYIP ETTİLERBu kadar etkili olur muydu?
- Olurdu. Ama Nez birdenbire ortadan kaybolunca... Zaten ona dair eleştirdiğim tek yan budur, yoksa insanların kendi gelecekleriyle ilgili özgür karar alma haklarına saygım sonsuz. En son şu Murat Birsel olayı mesela, benim Ali Kırca'yla ilgili en ufak bir sorunum yok, ben usule karşı çıktım. Patron, ATV haberlerin Ali Kırca'yla daha iyi olacağını düşünüyorsa, bu değişimi yapma hakkına sahip, yeter ki, usulüne uygun yapsın. Murat Birsel, işine son verildiğini neden bir internet sitesinden öğrensin... Nez de usüle uygun davranmadı,
haber vermeden gitti. Ben de arkadaşlarımı şaşkın vaziyette gördüm. ‘‘Dert etmeyin, yeni bir Nez buluruz, aynı şekilde devam edersiniz’’ dedim.
Sahip olduğunuz bu güç hiç tedirgin etmiyor mu sizi?
- Hayır. Müritlerimi hayal kırıklığına uğratmadığım müddetçe hiçbir şeyden tedirgin olmam.
Peki bu müritler nasıl oluştu?
- Kolay oluşmadı tabii. 40 sene var arkasında. ‘‘Buraya vurmanın bedeli 40 kuruş, ama nereye vuracağını bilmenin bedeli 40 milyon lira’’ demişler ya, öyle. Bu insanlar, bütün bu süre zarfında kendilerini aldatmadığımı gördüler. Beni kendilerinden biri olarak kabul ettiler. Ben bir filmi sıkıntılar içinde seyredip de ‘‘Sinema eleştirmenleri çok beğendiler, ben de beğendim, entelim ben’’ numaraları çekmedim, kafamı kesseler kimseye Potemkin Zırhlısı'nı tavsiye etmem mesela...
HAŞMET'İ BEN KEŞFETTİM
Futbol yazmasaydınız, bu kadar şöhretli bir adam olabilir miydiniz?
- Futbol yazarak şöhretli olmadım ki, futbol konuşarak oldum. Çünkü futbol, bu toplumun dominant bir geni. Yani bin tane sinema yazısı yaz, işin o olsun, ama arada bir tane futbol yazısı yaz, bitti, sen artık spor yazarısın. Haşmet Babaoğlu kıçını yırtsa kimseyi spor yorumcusu dışında bir şey olduğuna inandıramaz. Oysa bu ülkenin en ciddi kültür sanat adamlarından biri. Ama televizyonda futbol konuşmaya başladığı an, damgayı yedi.
Sizinle birlikte program yapan herkesin ünlenmesi kural mı?
- Haşmet'i ben keşfettim. Kendimle de iftihar ediyorum. Çünkü Haşmet'i Haşmet'e rağmen spor yorumcusu yaptım ben. O uzak durmaya çalışıyordu. Futbolu sadece bir hobi olarak izliyordu. Fakat inanılmaz vasıfları olan bir gazeteci. Bu kadar futbol seven birinin de mutlaka bu konuda söyleyebileceği farklı şeylerin olması gerekirdi. Programa başlayınca gördük ki, gerçekten de söyleyecek çok lafı var ve meseleye bizden farklı bir açıdan bakıyor. Başta çok tepki aldı. İnsanlar ne dediğini anlamıyordu. Ama şimdi Haşmet sayesinde kadınlar da futbol izliyor. Gördüler ki, o programda spor kisvesi altında hayat konuşuluyor.
GAZETECİLERİN OBJEKTİF OLDUĞU YALAN
Hiç mi sübjektif yazı yazmadınız? Hep mi objektiftiniz? Hiç mi birini sırf arkadaşınız diye korumaya kalkmadınız? Yaptıysanız yaptım diyecek kadar delikanlı mısınız?
- Bütün yazılarım sübjektif benim. Hiç objektif yazı yazmam ki.
Gazetecilik denince objektiflikten söz edilir ama...
- Palavra. Herkes yalan söylüyor. Bir dünyanın içinde yaşıyorsan, muhakkak ki tarafsın. Aksi mümkün değil. Tarafsız olabilmek için dangalak, ruhsuz, gerizekalı, duygusuz ve hissiz biri olman gerekiyor...