Güncelleme Tarihi:
27 Mayıs darbesini anlatıyorsunuz. Kitabın ismi ‘Ve İhtilal…’ Neden ihtilal?
O zaman ihtilal denmişti. İsim değişiklikleri sonradan politik olarak yapıldı. İhtilalin olumlu anlamı da olumsuz anlamı da var. Askerler sonra devrim demeye başladı. Ben başlangıçta nasıl deniyorsa kitapta da öyle söylemeyi tercih ettim. Askerler de bu müdahaleye maruz kalanlar da o zaman ihtilal diyordu. 1950’lerin başından beri Menderes, muhalefeti ‘ihtilal istemekle’ suçlar. O zamanın deyimini kullandım.
27 Mayıs’ta askerlik yapmakta olan genç bir gazeteciymişsiniz. O sabah sizin gözünüzden nasıldı?
Hiç kimse sokağa çıkamıyordu. Üniformamı giydim, dolaşabileceğim kadar dolaştım. Ben izinliydim. Gözlem açısından asker olmam avantaj sağladı. Sivillerin arabayla dolaşması yasaktı. Doğan Avcıoğlu’nun arabasına bindim. Üniformalı olduğum için dolaşabildik. Ben subay, Doğan Avcıoğlu da şoförüm gibi olmuştu. Askerler bize selam veriyordu.
O sabah üniformayla Ankara sokaklarında yürürken, halkın sizi selamladığını, çay-lokum ikram edip alkışladığını anlatmışsınız. Türkiye’de de manzara bu muydu, askere hiç tepki olmadı mı?
Bunlar Ankara’da gözlerimle gördüklerim. Tabii Ankara, hükümete muhalif olanların çoğunlukta olduğu bir yer. Türkiye’nin diğer illerinde manzara nasıldı, gözlerimle göremedim. Ama ortada şu vaka var: Bir protesto eylemi ya da karşı eylem işitilmedi. Bir tek Erzurum’daki kuvvet komutanı Ragıp Gümüşpala’nın birkaç saat ihtilale katılmadığı rivayeti daha sonra ortaya atıldı.
27 Mayıs darbesini yapanların ordu içindeki konumu nasıldı?
Diğer darbelerden bir farkı vardır. 27 Mayıs, hiyerarşik bir hareket değildi. Birtakım subay grupları kendi aralarında müdahaleye karar verip, anlaşma yapmışlar. Bunun tam bir ittifak olmadığı ihtilalden üç ay sonra 38 kişilik Milli Birlik Komitesi’nden 14 kişinin çıkartılmasından bellidir. Asıl o 14 kişinin durumu için ‘darbe’ denmeye başladı.
TÜRKEŞ YAPTI SANDILAR
Darbe sabahı gördüklerinize bakılırsa, askerin bir kısmı da ne olduğunu anlamamış görünüyor…
Çok doğru. İhtilale katılan subayların anılarında da anlatılır. Sadece radyoda Albay Türkeş’in sesi var. Hareketin lideri o sanılıyor. Ama askerler “Bir general olmalı” diye kendi aralarında konuşuyor. General var mı, yok mu derken Cemal Aga diye anılan Orgeneral Cemal Gürsel’in adı ortaya çıktı.
Darbe sabahı bütün ülkeye hâkim olabiliyor mu asker?
Ankara’da ve İstanbul’da birkaç stratejik nokta var, postane, radyo evi, merkez komutanlığı işgal ediliyor. Ayrıca sıkıyönetim var o zaman. O da bir avantaj sağlıyor. Sıkı yönetimdeki askerler de aktif oluyor.
ASKER RADYOSUNUN TEKNİK HATASI
Darbenin radyo yayınında sorun yaşanmış…
Ankara’da şehirde Radyo Evi, Etimesgut’ta teknik merkez var. Ankara’daki ihtilalin anonsu gecikiyor. Etimesgut’a asker geç gitmiş ya da bir karışıklık yaşanmış. Ankara gecikince, İstanbul’dakiler “Ne yapalım, biz anons edelim bari” demişler.
“Darbe olmasaydı, Menderes seçimle iktidarı kısa süre sonra kaybederdi” görüşü de mevcut. 27 Mayıs’ın siyasette yarattığı kırılmanın tahribatı ne oldu?
1957’de muhalefet partileri seçime blok olarak gitmek istedi. Demokrat Parti (DP) bunu son anda Meclis’ten bir yasa çıkararak engelledi. Muhalefet o seçime blok olarak katılsaydı DP iktidarı sona ererdi. Tabii 27 Mayıs’tan bir buçuk ay önce kurulan Tahkikat Encümeni’yle ilgili görüşmelerde, CHP’nin kapatılması tartışılıyor. 27 Mayıs’tan iki gün önce 25 Mayıs’ta Menderes belki de gidişatı gördüğü için “Tahkikat Encümeni artık işini bitirmiştir” diye bir açıklama yapıyor. Fakat bu duyulmuyor bile. Bunu daha önce belki 10 gün önce söylese ve bunu Meclis’e getirse iş bu noktaya gelmeyebilirdi.. Ama belli ki bunu söylediğinde ihtilalci askerler için ok yaydan çıkmıştı.
İdamlar her açıdan facia
Çok partili hayata geçerken ne yanlış yapıldı?
En büyük hata 1924 Anayasasının değiştirilmemesi. Bu olmayınca demokrasinin teminatı kalmıyor. 24 Anayasası’na göre Takrir-i Sükûn Kanunu çıkmış, İstiklal Mahkemeleri kurulmuş, temyizsiz bir şekilde idam cezaları uygulanabilmiş, partiler kapatılabilmiş. Zaten aynı anayasayla DP de Millet Partisi’ni kapattı. Tahkikat Encümeni gibi bir garabeti kurabildi. Eğer anayasa değişmiş olsaydı, DP demokratik sisteme bu kadar sınırsız müdahale şansını bulamazdı.
Ama Menderes, Polatkan ve Zorlu anayasaya aykırı davrandıkları için idam edilmediler mi?
İddia anayasaya aykırı davranmaları. Ama Anayasa Mahkemesi yok. Uygunluk kararını Meclis veriyor. Çıkan antidemokratik yasaların bunun için anayasaya uygun olduğu iddia edilebiliyor. İdam cezaları ayrı bir konu. Onlar, hem insani açıdan büyük bir faciadır hem de 27 Mayıs öncesinin objektif bir şekilde tartışılmasını güçleştirmiştir.
Ya idam cezaları olmasaydı?
Yassıada yargılamaları hukuki açıdan tartışmalıdır. Bugünkü özel yetkili mahkemelere benzetilebilir. Ama o konuda idamlar dışında, müebbet hapis cezaları ve siyasi yasaklar için daha sonra kurulan Adalet Partisi ve CHP koalisyonunca af kanunları çıkarıldı. Tahliyeler başladı. Asker baskısına rağmen birkaç yıl içinde cezaevinden çıkabildiler. Nitekim kararlardan sonraki 3-4 yıl içinde, askerlerin baskısına rağmen içeride kimse kalmadı. Daha sonra siyasi yasaklar da kalmadı. İdamlar olmasaydı veya idam cezaları bugünkü gibi kaldırılmış olsaydı Menderes de, Polatkan da, Zorlu da, isterlerse siyasete dönebilirlerdi. Cezaları müebbete çevrilmiş olan politikacıların bir kısmı, üç-dört yıllık hapis döneminden sonra bir gün geldi, AP’den milletvekili seçilip, Meclis’e döndüler. Kısacası, idam cezası bugünkü gibi kalkmış olsaydı, hasar bu kadar büyük olmayabilirdi.
Erdoğan ve Menderes çok farklı insanlar
Başbakan Erdoğan siyasi olarak kendine iki ismi yakın görüyor: Menderes ve Özal. Erdoğan, Menderes’le ne kadar benzeşiyor?
Tamamen farklı insanlar aslında. O zaman da muhalefet ve iktidar arasında kavgalar olurdu. Menderes’in kullandığı ağır sözler de var. İnönü’ye “Baykuş gibi” diyor mesela. Bir kere de “Kâh peygamberane bir tavır içinde kâh profesyonel bir cani gibi” demiştir. Ama aynı Menderes İnönü’yle birlikte, siyasette bahar havaları estirmiştir. Zaman zaman olurdu ve kamuoyunda çok sempati toplardı iki liderin birbiriyle dostça ilişkiler içine girebilmesi. Şimdi 10 sene geriye baktığımda hiç böyle bir bahar havası hatırlamıyorum. Mütemadiyen bir kavga hali. Menderes’in Atatürk hakkında önyargısı da yoktu. İsmini de saygıyla anardı. Hakkında övgü dolu konuşmalar yapardı. Türkiye’nin tarihiyle kavgalı değildi. Konuşmasından, üslubundan da epeyi okuyup yazmış olduğu anlaşılırdı. Erdoğan ise son iki yüzyılı zulüm yılları olarak gördüğünü söylüyor. Özal da Erdoğan’dan çok farklıydı. Kendini eleştiren karikatürleri çalışma odasına asacak kadar hoşgörülüydü.
Eskiden komünistler şimdi dış mihraklar
Kitapta 6-7 Eylül olayları sonrasında faturanın komünistlere, dış güçlere yıkılmaya çalışıldığını yazmışsınız. Gezi eylemleri sırasında da dış mihrakları çok duyduk. O günden bugüne hep aynı mihraklar mı bu işlerin içinde?
‘Dış güçler’, ‘iç düşmanlar’ sözlerini evvelden de çok işitirdik. Aynı hastalık devam ediyor. ‘Dış güçler’, ‘şer odakları’ hâlâ revaçta. O zamanki Meclis konuşmalarıyla bugünkü konuşmaların bir kısmı arasında bazı kelimeleri değiştirseniz aynı şeyler çıkar. Eskiden komünistler vardı. Her taşın altında onlar aranırdı. Şimdi ‘vesayetçiler’, ‘darbeciler’ var. ‘Dış mihraklar’ da sürüyor. Bugün insan sadece Sayın Başbakan’ın konuşmalarını izlese, bazı çizgi filmlerdeki gibi, dört tarafı korkunç düşmanlarla çevrili bir yerde olduğumuzu sanacak. Ama bu konuşmaların somut temeli yok. Eskiden daha somuttu düşmanlar. İki kutuplu dünyanın karşı tarafında ‘komünistler’ vardı, suç genellikle onların üzerine atılırdı.
Sovyetler dağılınca bütün suçlamalar ortada kaldı diyorsunuz…
Suçlamalar ortada kaldı. Ama düşmanların cinsleri, tipleri de arttı. Artık doktorlara da heykeltıraşlara da kızılıyor.